Birinci Söz

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

ancak Ondan yardım dileriz.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Efendimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile âline ve ashâbına ise salât ve selâm olsun.

   Ey kar­deş! Ben­den bir­kaç na­si­hat is­te­din. Sen bir asker ol­du­ğun için as­ker­lik tem­si­lâ­tıy­la, sekiz hi­kâ­ye­cik­ler ile bir­kaç ha­ki­ka­tı nef­sim­le be­ra­ber dinle. Çünki ben nef­si­mi her­kes­ten zi­ya­de na­si­ha­ta muh­taç gö­rü­yo­rum. Vak­tiy­le sekiz âyet­ten is­ti­fa­de et­ti­ğim sekiz sözü biraz uzun­ca nef­si­me de­miş­tim.

   Şimdi kı­sa­ca ve avam li­sa­nıy­la nef­si­me di­ye­ce­ğim. Kim is­ter­se be­ra­ber din­le­sin.

BİRİNCİ SÖZ

   “Bis­mil­lah” her hay­rın ba­şı­dır. Biz dahi başta ona baş­la­rız. Bil ey nef­sim, şu mü­ba­rek ke­li­me İslâm ni­şa­nı ol­du­ğu gibi, bütün mev­cu­da­tın li­san-ı ha­liy­le vird-i ze­ba­nı­dır.

   “Bis­mil­lah” ne büyük tü­ken­mez bir kuv­vet, ne çok bit­mez bir be­re­ket ol­du­ğu­nu an­la­mak is­ter­sen, şu tem­si­lî hi­kâ­ye­ci­ğe bak dinle. Şöyle ki:

   Be­de­vi Arab çöl­le­rin­de se­ya­hat eden adama ge­rek­tir ki, bir ka­bî­le re­isi­nin is­mi­ni alsın ve hi­ma­ye­si­ne gir­sin. Tâ şa­ki­le­rin şer­rin­den kur­tu­lup ha­ca­tı­nı te­da­rik ede­bil­sin. Yoksa tek ba­şıy­la had­siz düş­man ve ih­ti­ya­ca­tı­na karşı pe­ri­şan ola­cak­tır.

bir kabîle reisinin ismini alsın = Tâ şakilerin şerrinden kurtulsun = Yoksa hadsiz düşmana karşı perişan olacaktır.

bir kabîle reisinin himayesine girsin = Tâ hacatını tedarik edebilsin = Yoksa ihtiyacatına karşı perişan olacaktır

   İşte böyle bir se­ya­hat için iki adam, sah­ra­ya çıkıp gi­di­yor­lar.

   On­lar­dan bi­ri­si mü­te­va­zi idi. Di­ğe­ri mağ­rur… Mü­te­va­zii, bir re­isin is­mi­ni aldı. Mağ­rur, al­ma­dı…

   Alanı, her yerde se­lâ­met­le gezdi. Bir ka­tı-üt ta­rî­ke rast gelse, der: “Ben, filan re­isin is­miy­le ge­ze­rim.” Şaki de­fo­lur, ili­şe­mez. Bir ça­dı­ra girse, o nam ile hür­met görür.
   Öteki mağ­rur, bütün se­ya­ha­tin­de öyle be­la­lar çeker ki, tarif edil­mez. Daima tit­rer, daima di­len­ci­lik eder­di. Hem zelil, hem rezil oldu.

   İşte ey mağ­rur nef­sim! Sen o sey­yah­sın. Şu dünya ise, bir çöl­dür. Aczin ve fak­rın had­siz­dir. Düş­ma­nın, ha­ca­tın ni­ha­yet­siz­dir.
   Madem öy­le­dir; şu sah­ra­nın Mâ­lik-i Ebedî’si ve Hâ­kim-i Ezelî’sinin is­mi­ni al. Tâ, bütün kâ­ina­tın di­len­ci­li­ğin­den ve her hâ­di­sa­tın kar­şı­sın­da tit­re­me­den kur­tu­la­sın.

   Evet, bu ke­li­me öyle mü­ba­rek bir de­fi­ne­dir ki:
   Senin ni­ha­yet­siz aczin ve fak­rın, seni ni­ha­yet­siz kud­re­te, rah­me­te rab­te­dip Ka­dîr-i Rahîm’in der­gâ­hın­da aczi, fakrı en mak­bul bir şe­fa­at­çı yapar.
   Evet, bu ke­li­me ile ha­re­ket eden, o adama ben­zer ki: As­ke­re kay­do­lur. Dev­let na­mı­na ha­re­ket eder. Hiç­bir kim­se­den per­va­sı kal­maz. Kanun na­mı­na, dev­let na­mı­na der, her işi yapar, her şeye karşı da­ya­nır.

   Başta de­miş­tik:

   Bütün mev­cu­dat, li­san-ı hal ile Bis­mil­lah der. Öyle mi?

   Evet, na­sıl­ki gör­sen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir aha­li­si­ni ceb­ren bir yere sev­ket­ti ve ceb­ren iş­ler­de ça­lış­tır­dı.
   Ya­kî­nen bi­lir­sin; o adam kendi na­mıy­la, kendi kuv­ve­tiy­le ha­re­ket et­mi­yor. Belki o bir as­ker­dir. Dev­let na­mı­na ha­re­ket eder. Bir pa­di­şah kuv­ve­ti­ne is­ti­nad eder.
   Öyle de her şey, Ce­nab-ı Hakk’ın na­mı­na ha­re­ket eder ki; zer­re­cik­ler gibi to­hum­lar, çe­kir­dek­ler baş­la­rın­da koca ağaç­la­rı ta­şı­yor, dağ gibi yük­le­ri kal­dı­rı­yor­lar.

  Demek her­bir ağaç, “Bis­mil­lah” der. Ha­zi­ne-i Rah­met mey­ve­le­rin­den el­le­ri­ni dol­du­ru­yor, biz­le­re tab­la­cı­lık edi­yor.
•  Her bir bos­tan, “Bis­mil­lah” der. Mat­ba­ha-i Kud­ret’ten bir kazan olur ki; çeşit çeşit pek­çok muh­te­lif leziz ta­am­lar, için­de be­ra­ber pi­şi­ri­li­yor.
•  Her­bir inek, deve, koyun, keçi gibi mü­ba­rek hay­van­lar “Bis­mil­lah” der. Rah­met fey­zin­den bir süt çeş­me­si olur. Biz­le­re, Rez­zak na­mı­na en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gı­da­yı tak­dim edi­yor­lar.
•  Her­bir nebat ve ağaç ve ot­la­rın ipek gibi yu­mu­şak kök ve da­mar­la­rı, “Bis­mil­lah” der. Sert olan taş ve top­ra­ğı deler geçer. Allah na­mı­na, Rah­man na­mı­na der, her şey ona mü­sah­har olur.

   Evet ha­va­da dal­la­rın in­ti­şa­rı ve meyve ver­me­si gibi, o sert taş ve top­rak­ta­ki kök­le­rin ke­mal-i sü­hu­let­le in­ti­şar et­me­si ve yer al­tın­da yemiş ver­me­si; hem şid­det-i ha­ra­re­te karşı ay­lar­ca nazik, yeşil yap­rak­la­rın yaş kal­ma­sı; ta­bi­iyu­nun ağ­zı­na şid­det­le tokat vu­ru­yor. Kör olası gö­zü­ne par­ma­ğı­nı so­ku­yor ve diyor ki:

   En güvendiğin salabet ve hararet dahi, emir tahtında hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (A.S.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ
“(Bir zaman da Mûsâ, kavmi için su arayıp Allah’a yalvarmıştı.) ‘Vur asânı taşa’ buyurduk.” Bakara Sûresi, 2:60.
emrine imtisal ederek taşları şakk eder.

   Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا
“(Biz ateşe şöyle ferman ettik:) ‘Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
âyetini okuyorlar.

   Madem her şey manen “Bis­mil­lah” der. Allah na­mı­na Allah’ın ni­met­le­ri­ni ge­ti­rip biz­le­re ve­ri­yor­lar.
   Biz dahi “Bis­mil­lah” de­me­li­yiz. Allah na­mı­na ver­me­li­yiz. Allah na­mı­na al­ma­lı­yız.
   Öyle ise, Allah na­mı­na ver­me­yen gafil in­san­lar­dan al­ma­ma­lı­yız…

   Sual: Tab­la­cı hük­mün­de olan in­san­la­ra bir fiat ve­ri­yo­ruz. Acaba asıl mal sa­hi­bi olan Allah, ne fiat is­ti­yor?
   El­ce­vab: Evet o Mün’im-i Ha­ki­kî, biz­den o kıy­met­tar ni­met­le­re, mal­la­ra bedel is­te­di­ği fiat ise; üç şey­dir.

   Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir‘dir.

  Başta “Bis­mil­lahzi­kir­dir.
  Âhir­de “El­ham­dü­lil­lahşü­kür­dür.
  Or­ta­da, bu kıy­met­tar hâ­ri­ka-i san’at olan ni­met­ler Ehad-i Samed’in mu’ci­ze-i kud­re­ti ve he­di­ye-i rah­me­ti ol­du­ğu­nu dü­şün­mek ve der­ket­mek fi­kir­dir.

   Bir pa­di­şa­hın kıy­met­tar bir he­di­ye­si­ni sana ge­ti­ren bir mis­kin ada­mın aya­ğı­nı öpüp, he­di­ye sa­hi­bi­ni ta­nı­ma­mak ne de­re­ce be­lâ­het ise, öyle de; za­hi­rî mün’im­le­ri medih ve mu­hab­bet edip, Mün’im-i Ha­ki­kî’yi unut­mak; ondan bin de­re­ce daha be­lâ­het­tir.

   Ey nefis! böyle ebleh ol­ma­mak is­ter­sen; Allah na­mı­na ver, Allah na­mı­na al, Allah na­mı­na başla, Allah na­mı­na işle. Ves­se­lâm.

***

 ONDÖRDÜNCÜ LEM’ANIN İKİNCİ MAKAMI

(Makam münasebetiyle buraya alınmıştır)

Bismillâhirrahmânirrahîm‘in
binler esrarından altı sırrına dairdir.

   İHTAR: Bes­me­le­nin rah­met nok­ta­sın­da par­lak bir nuru, sönük ak­lı­ma uzak­tan gö­rün­dü. Onu, kendi nef­sim için nota su­re­tin­de kay­det­mek is­te­dim. Ve yir­mi-otuz kadar sır­lar ile, o nurun et­ra­fın­da bir daire çe­vir­mek ile av­la­mak ve zab­tet­mek arzu ettim. Fakat ma­at­te­es­süf şim­di­lik o ar­zu­ma tam mu­vaf­fak ola­ma­dım. Yir­mi-otuz­dan, beş-al­tı­ya indi.

   “Ey insan!” de­di­ğim vakit nef­si­mi murad edi­yo­rum. Bu ders kendi nef­si­me has iken, ruhen be­nim­le mü­na­se­bet­tar ve nefsi nef­sim­den daha hüş­yar zât­la­ra belki me­dar-ı is­ti­fa­de olur ni­ye­tiy­le, On­dör­dün­cü Lem’anın İkinci Ma­ka­mı ola­rak mü­dak­kik kar­deş­le­ri­min tas­vib­le­ri­ne ha­va­le edi­yo­rum. Bu ders akıl­dan zi­ya­de kalbe bakar, de­lil­den zi­ya­de zevke nâ­zır­dır.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla...

قَالَتْ يَا اَيُّهَا الْمَلَؤُا اِنِّى اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ
اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَ اِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

"(Hz. Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' Kraliçesi Belkıs:) 'Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır ve Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor." Neml Sûresi, 27:29-30.

Şu makamda birkaç sır zikredilecektir.

Birinci Sır

   Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm’in bir cil­ve­si­ni şöyle gör­düm ki:

 Kâ­inat sî­ma­sın­da,
 arz sî­ma­sın­da
•  ve insan sî­ma­sın­da
   bir­bi­ri için­de bir­bi­ri­nin nü­mu­ne­si­ni gös­te­ren üç sik­ke-i ru­bu­bi­yet var.

   Biri: Kâ­ina­tın he­yet-i mec­mu­asın­da­ki te­avün, te­sa­nüd, te­anuk, te­ca­vüb­den te­za­hür eden sik­ke-i küb­ra-i ulu­hi­yet­tir ki, “Bis­mil­lah” ona ba­kı­yor.

   İkin­ci­si: Kü­re-i arz sî­ma­sın­da ne­ba­tat ve hay­va­na­tın ted­bir ve ter­bi­ye ve ida­re­sin­de­ki te­şa­büh, te­na­süb, in­ti­zam, in­si­cam, lütuf ve mer­ha­met­ten te­za­hür eden Sik­ke-i Küb­ra-i Rah­ma­ni­yet­tir ki, “Bis­mil­la­hir­rah­man” ona ba­kı­yor.

   Sonra in­sa­nın ma­hi­yet-i câ­mi­ası­nın sî­ma­sın­da­ki le­ta­if-i re’fet ve de­ka­ik-ı şef­kat ve şu­a­at-ı mer­ha­met-i İla­hi­ye­den te­za­hür eden sik­ke-i ul­ya-i ra­hî­mi­yet­tir ki, “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm”deki “Er-Ra­hîm” ona ba­kı­yor.

   Demek بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
sa­hi­fe-i âlem­de bir sa­tır-ı nu­ra­nî teş­kil eden üç sik­ke-i eha­di­ye­tin kudsî ün­va­nı­dır. Ve kuv­vet­li bir hay­tı­dır ve par­lak bir hat­tı­dır.
   Yani بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
yu­ka­rı­dan nüzul ile se­me­re-i kâ­inat ve âle­min nüs­ha-i mu­sag­ga­ra­sı olan in­sa­na ucu da­ya­nı­yor. Ferşi arşa bağ­lar. İnsanî arşa çık­ma­ğa bir yol olur.

İkinci Sır

   Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, had­siz kes­ret-i mah­lu­kat­ta te­za­hür eden vâ­hi­di­yet için­de ukûlü boğ­ma­mak için, daima o vâ­hi­di­yet için­de eha­di­yet cil­ve­si­ni gös­te­ri­yor.

   Yani, me­se­lâ: Na­sıl­ki Güneş, zi­ya­sıy­la had­siz eş­ya­yı ihata edi­yor.

   Mec­mu-i zi­ya­sın­da­ki Gü­ne­şin zâ­tı­nı mü­la­ha­za etmek için gayet geniş bir ta­sav­vur ve iha­ta­lı bir nazar lâzım ol­du­ğun­dan; Gü­ne­şin zâ­tı­nı unut­tur­ma­mak için,

•  her­bir par­lak şeyde Gü­ne­şin zâ­tı­nı aksi va­sı­ta­sıy­la gös­te­ri­yor.
  ve her par­lak şey, kendi ka­bi­li­ye­tin­ce Gü­ne­şin cil­ve-i zâ­tî­siy­le be­ra­ber zi­ya­sı, ha­ra­re­ti gibi hâs­sa­la­rı­nı gös­te­ri­yor.
  ve her par­lak şey Gü­ne­şi bütün sı­fâ­tıy­la ka­bi­li­ye­ti­ne göre gös­ter­di­ği gibi;
Gü­ne­şin ziya ve ha­ra­ret ve zi­ya­da­ki el­van-ı seb’a gibi key­fi­yat­la­rı­nın her bi­ri­si dahi, umum mu­ka­bi­lin­de­ki şey­le­ri ihata edi­yor.

   Öyle de: وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى
“En yüce sıfatlar Allah’a aittir.” Nahl Sûresi, 16:60.
-tem­sil­de hata ol­ma­sın- eha­di­yet ve sa­me­di­yet-i İla­hi­ye, her­bir şeyde, hu­su­san zî­ha­yat­ta, hu­su­san in­sa­nın ma­hi­yet âyi­ne­sin­de bütün es­ma­sıy­la bir cil­ve­si ol­du­ğu gibi;

   vah­det ve vâ­hi­di­yet ci­he­tiy­le dahi, mev­cu­dat ile alâ­ka­dar her­bir ismi bütün mev­cu­da­tı ihata edi­yor.

   İşte vâ­hi­di­yet için­de ukûlü boğ­ma­mak ve kalb­ler Zât-ı Akdes’i unut­ma­mak için, daima vâ­hi­di­yet­te­ki Sik­ke-i Eha­di­ye­ti na­za­ra ve­ri­yor ki, o sik­ke­nin üç mühim uk­de­si­ni irae eden “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm” dir.

Üçüncü Sır

•  Şu had­siz kâ­ina­tı şen­len­di­ren, bil­mü­şa­he­de rah­met­tir.
•  Ve bu ka­ran­lık­lı mev­cu­da­tı ışık­lan­dı­ran, bil­be­da­he yine rah­met­tir.
•  Ve bu had­siz ih­ti­ya­cat için­de yu­var­la­nan mah­lu­ka­tı ter­bi­ye eden, bil­be­da­he yine rah­met­tir.
  Ve bir ağa­cın bütün he­ye­tiy­le mey­ve­si­ne mü­te­vec­cih ol­du­ğu gibi, bütün kâ­ina­tı in­sa­na mü­te­vec­cih eden ve her ta­raf­ta ona bak­tı­ran ve mu­ave­ne­ti­ne koş­tu­ran, bil­be­da­he rah­met­tir.
  Ve bu had­siz fe­za­yı ve boş ve hâlî âlemi dol­du­ran, nur­lan­dı­ran ve şen­len­di­ren, bil­mü­şa­he­de rah­met­tir.
  Ve bu fâni in­sa­nı ebede nam­zed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta mu­ha­tab ve dost yapan, bil­be­da­he rah­met­tir.

   Ey insan, madem rah­met böyle kuv­vet­li ve ca­zi­be­dar ve se­vim­li ve me­ded­kâr bir ha­ki­kat-ı mah­bu­be­dir.

   “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm” de, o ha­ki­ka­ta yapış ve vah­şet-i mut­la­ka­dan ve had­siz ih­ti­ya­ca­tın elem­le­rin­den kur­tul ve o Sul­tan-ı Ezel ve Ebed’in tah­tı­na yanaş ve o rah­me­tin şef­ka­tıy­la ve şe­fa­atıy­la ve şu­a­atıy­la o Sul­tan’a mu­ha­tab ve halil ve dost ol!

   Evet kâ­ina­tın enva’ını hik­met da­ire­sin­de in­sa­nın et­ra­fın­da top­la­yıp bütün ha­ca­tı­na ke­mal-i in­ti­zam ve ina­yet ile koş­tur­mak, bil­be­da­he iki ha­let­ten bi­ri­si­dir:

   Ya kâ­ina­tın her­bir nev’i kendi ken­di­ne in­sa­nı ta­nı­yor, ona itaat edi­yor, mu­ave­ne­ti­ne ko­şu­yor. -Bu ise yüz de­re­ce akıl­dan uzak ol­du­ğu gibi, çok mu­ha­lâ­tı intac edi­yor. İnsan gibi bir âciz-i mut­lak­ta, en kuv­vet­li bir Sul­tan-ı Mut­lak’ın kud­re­ti bu­lun­mak lâzım ge­li­yor.
   Ve­ya­hut bu kâ­ina­tın per­de­si ar­ka­sın­da bir Ka­dîr-i Mut­lak’ın ilmi ile bu mu­ave­net olu­yor.

   Demek kâ­ina­tın enva’ı, in­sa­nı ta­nı­yor değil; belki in­sa­nı bilen ve ta­nı­yan, mer­ha­met eden bir zâtın ta­nı­ma­sı­nın ve bil­me­si­nin de­lil­le­ri­dir.

   Ey insan! Ak­lı­nı ba­şı­na al. Hiç müm­kün müdür ki: Bütün enva’-ı mah­lu­ka­tı sana mü­te­vec­ci­hen mu­ave­net el­le­ri­ni uzat­tı­ran ve senin ha­cet­le­ri­ne “Leb­beyk!” de­dir­ten Zât-ı Zül­ce­lal seni bil­me­sin, ta­nı­ma­sın, gör­me­sin?

   Madem seni bi­li­yor, rah­me­tiy­le bil­di­ği­ni bil­di­ri­yor.

   Sen de onu bil, hür­met­le bil­di­ği­ni bil­dir ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi za­îf-i mut­lak, âciz-i mut­lak, fa­kir-i mut­lak, fâni, küçük bir mah­lu­ka koca kâ­ina­tı mü­sah­har etmek ve onun im­da­dı­na gön­der­mek; el­bet­te hik­met ve ina­yet ve ilim ve kud­re­ti ta­zam­mun eden ha­ki­kat-ı rah­met­tir.

   El­bet­te böyle bir rah­met, sen­den küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hür­met ister.

   İşte o hâlis şük­rün ve o safî hür­me­tin ter­cü­ma­nı ve ün­va­nı olan “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm” i de. O rah­me­tin vu­su­lü­ne ve­si­le ve o Rah­man’ın der­gâ­hın­da şe­fa­at­çı yap.

   Evet, rah­me­tin vü­cu­du ve ta­hak­ku­ku, Güneş kadar za­hir­dir.

   Çünki nasıl mer­ke­zî bir nakış, her ta­raf­tan gelen atkı ve ip­le­rin in­ti­za­mın­dan ve va­zi­yet­le­rin­den hasıl olu­yor.
   Öyle de: Bu kâ­ina­tın da­ire-i küb­ra­sın­da bin­bir İsm-i İlahî’nin cil­ve­sin­den uza­nan nu­ra­nî at­kı­lar, kâ­inat sî­ma­sın­da öyle bir sik­ke-i Rah­met için­de bir hâ­tem-i ra­hî­mi­ye­ti ve bir nakş-ı şef­ka­ti do­ku­yor ve öyle bir hâ­tem-i ina­ye­ti nes­ce­di­yor ki, Gü­neş­ten daha par­lak ken­di­ni akıl­la­ra gös­te­ri­yor.

   Evet Şems ve Kamer’i, ana­sır ve ma­adi­ni, ne­ba­tat ve hay­va­na­tı; bir nakş-ı a’zamın atkı ip­le­ri gibi o bin­bir isim­le­rin şu­ala­rıy­la tan­zim eden ve ha­ya­ta hâdim eden
   ve ne­ba­tî ve hay­va­nî olan umum vâ­li­de­le­rin gayet şirin ve fe­da­kâ­ra­ne şef­kat­le­riy­le şef­ka­ti­ni gös­te­ren
   ve ze­vil­ha­ya­tı ha­yat-ı in­sa­ni­ye­ye mü­sah­har eden
   ve ondan ru­bu­bi­yet-i İla­hi­ye­nin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a’za­mı­nı ve in­sa­nın ehem­mi­ye­ti­ni gös­te­ren
   ve en par­lak rah­me­ti­ni izhar eden o Rah­man-ı Zül­ce­mal, el­bet­te kendi is­tiğ­na-i mut­la­kı­na karşı, rah­me­ti­ni ih­ti­yac-ı mut­lak için­de­ki zî­ha­ya­ta ve in­sa­na mak­bul bir şe­fa­at­çi yap­mış.

   Ey insan, eğer insan isen “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm” de. O şe­fa­at­çi­yi bul!

   Evet ze­min­de dört­yüz­bin muh­te­lif ayrı ayrı ne­ba­ta­tın ve hay­va­na­tın ta­ife­le­ri­ni, hiç­bi­ri­ni unut­ma­ya­rak, şa­şır­ma­ya­rak, vakti vak­ti­ne ke­mal-i in­ti­zam ile hik­met ve ina­yet ile ter­bi­ye ve idare eden ve kü­re-i arzın sî­ma­sın­da hâ­tem-i eha­di­ye­ti vaz’eden; bil­be­da­he belki bil­mü­şa­he­de rah­met­tir ve o rah­me­tin vü­cu­du, bu kü­re-i arzın sî­ma­sın­da­ki mev­cu­da­tın vü­cud­la­rı kadar kat’î ol­du­ğu gibi, o mev­cu­dat ade­din­ce ta­hak­ku­ku­nun de­lil­le­ri var.

   Evet ze­mi­nin yü­zün­de öyle bir hâ­tem-i rah­met ve sik­ke-i eha­di­yet bu­lun­du­ğu gibi, in­sa­nın ma­hi­yet-i ma­ne­vi­ye­si­nin sî­ma­sın­da dahi öyle bir sik­ke-i rah­met var­dır ki, kü­re-i arz sî­ma­sın­da­ki sik­ke-i mer­ha­met ve kâ­inat sî­ma­sın­da­ki sik­ke-i uz­ma-yı rah­met­ten daha aşağı değil. Âdeta bin­bir ismin cil­ve­si­nin bir nok­ta-i mih­ra­kı­ye­si hük­mün­de bir câ­mi­iye­ti var.

   Ey insan, hiç müm­kün müdür ki: Sana bu sî­ma­yı veren, o sî­ma­da böyle bir sik­ke-i rah­me­ti ve bir hâ­tem-i eha­di­ye­ti vaz’eden zât, seni başı boş bı­rak­sın; sana ehem­mi­yet ver­me­sin; senin ha­re­kâ­tı­na dik­kat et­me­sin; sana mü­te­vec­cih olan bütün kâ­ina­tı abes yap­sın; hil­kat şe­ce­re­si­ni mey­ve­si çürük, bozuk ehem­mi­yet­siz bir ağaç yap­sın! Hem hiç bir ci­het­le şübhe kabul et­me­yen ve hiç bir vec­hi­le nok­sa­ni­ye­ti ol­ma­yan, Güneş gibi zahir olan rah­me­ti­ni ve ziya gibi gö­rü­nen hik­me­ti­ni inkâr et­tir­sin. Hâşâ..

   Ey insan! Bil ki: O rah­me­tin ar­şı­na ye­tiş­mek için bir mi’rac var. O mi’rac “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm” dir.

   Ve bu mi’rac ne kadar ehem­mi­yet­li ol­du­ğu­nu an­la­mak is­ter­sen, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yü­zon­dört su­re­le­ri­nin baş­la­rı­na ve hem bütün mü­ba­rek ki­tab­la­rın ib­ti­da­la­rı­na ve umum mü­ba­rek iş­le­rin mebde’le­ri­ne bak.
   Ve Bes­me­le’nin aza­met-i kad­ri­ne en kat’î bir hüc­cet şudur ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok büyük müç­te­hid­ler de­miş­ler: “Bes­me­le tek bir âyet ol­du­ğu halde, Kur’anda yü­zon­dört defa nâzil ol­muş­tur.”

Dördüncü Sır

   Had­siz kes­ret için­de vâ­hi­di­yet te­cel­li­si, hi­tab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ de­mek­le her­ke­se kâfi gel­mi­yor. Fikir da­ğı­lı­yor. Mec­mu­un­da­ki vah­det ar­ka­sın­da Zât-ı Eha­di­ye­ti mü­la­ha­za edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
de­me­ğe kü­re-i arz vüs’atin­de bir kalb bu­lun­mak lâzım ge­li­yor.

   Ve bu sırra bi­na­en cüz’iyat­ta zahir bir su­ret­te sik­ke-i eha­di­ye­ti gös­ter­di­ği gibi, her­bir ne­vi­de sik­ke-i eha­di­ye­ti gös­ter­mek ve Zât-ı Ehad’i mü­la­ha­za et­tir­mek için hâ­tem-i rah­ma­ni­yet için­de bir sik­ke-i eha­di­ye­ti gös­te­ri­yor; tâ kül­fet­siz her­kes her mer­te­be­de اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
 deyip doğ­ru­dan doğ­ru­ya Zât-ı Akdes’e hitab ede­rek mü­te­vec­cih olsun.

   İşte Kur’an-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade için­dir ki, kâ­ina­tın da­ire-i a’za­mın­dan me­se­lâ se­ma­vat ve arzın hil­ka­tin­den bah­set­ti­ği vakit, bir­den en küçük bir da­ire­den ve en dakik bir cüz’îden bah­se­der; tâ ki, zahir bir su­ret­te hâ­tem-i eha­di­ye­ti gös­ter­sin.

   Me­se­lâ: Hil­kat-ı se­ma­vat ve arz­dan bahsi için­de hil­kat-i in­san­dan ve in­sa­nın se­sin­den ve sî­ma­sın­da­ki de­ka­ik-ı nimet ve hik­met­ten bahis açar; tâ ki, fikir da­ğıl­ma­sın, kalb bo­ğul­ma­sın, ruh ma­bu­du­nu doğ­ru­dan doğ­ru­ya bul­sun. Me­se­lâ:

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ

"Onun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır." Rum Sûresi, 30:22.

   âyeti mez­kûr ha­ki­ka­tı mu’ci­za­ne bir su­ret­te gös­te­ri­yor.

   Evet had­siz mah­lu­kat­ta ve ni­ha­yet­siz bir kes­ret­te vah­det sik­ke­le­ri, mü­te­dâ­hil da­ire­ler gibi en bü­yü­ğün­den, en küçük sik­ke­ye kadar enva’ı ve mer­te­be­le­ri var­dır. Fakat o vah­det ne kadar olsa yine kes­ret için­de bir vah­det­tir. Ha­ki­kî hi­ta­bı tam temin ede­mi­yor. Onun için, vah­det ar­ka­sın­da eha­di­yet sik­ke­si bu­lun­mak lâ­zım­dır. Tâ ki, kes­re­ti ha­tı­ra ge­tir­me­sin. Doğ­ru­dan doğ­ru­ya Zât-ı Akdes’e karşı kalbe yol açsın.

   Hem sik­ke-i eha­di­ye­te na­zar­la­rı çe­vir­mek ve kalb­le­ri cel­bet­mek için o sik­ke-i eha­di­yet üs­tün­de gayet ca­zi­be­dar bir nakış ve gayet par­lak bir nur ve gayet şirin bir ha­lâ­vet ve gayet se­vim­li bir cemal ve gayet kuv­vet­li bir ha­ki­kat olan rah­met sik­ke­si­ni ve ra­hî­mi­yet hâ­te­mi­ni koy­muş­tur.

   Evet o rah­me­tin kuv­ve­ti­dir ki, zî­şu­urun na­zar­la­rı­nı cel­be­der, ken­di­ne çeker ve eha­di­yet sik­ke­si­ne îsal eder ve Zât-ı Eha­di­ye­yi mü­la­ha­za et­ti­rir ve ondan اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
deki ha­ki­kî hi­ta­ba maz­har eder.

   İşte “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm” Fa­ti­ha’nın fih­ris­te­si ve Kur’anın müc­mel bir hü­lâ­sa­sı ol­du­ğu ci­het­le bu mez­kûr sırr-ı azî­min ün­va­nı ve ter­cü­ma­nı olmuş. Bu ün­va­nı eline alan, rah­me­tin ta­ba­ka­tın­da ge­ze­bi­lir. Ve bu ter­cü­ma­nı ko­nuş­tu­ran, es­rar-ı rah­me­ti öğ­re­nir ve en­vâr-ı ra­hî­mi­ye­ti ve şef­ka­ti görür.

Beşinci Sır

   Bir hadîs-i şerifte vârid olmuş ki:

اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ

"Muhakkak ki Allah, insanı Rahmân sûretinde yaratmıştır." Buharî, İsti'zân: 1; Müslim, Birr: 115, Cennet: 28; Müsned, 2:244, 251, 315, 323, 434, 463, 519.

  -ev kema kal- Bu ha­dî­si, bir kısım ehl-i ta­rî­kat, aka­id-i ima­ni­ye­ye mü­na­sib düş­me­yen acib bir tarz­da tef­sir et­miş­ler. Hattâ on­lar­dan bir kısım ehl-i aşk, in­sa­nın sî­ma-yı ma­ne­vî­si­ne bir su­ret-i Rah­man na­za­rıy­la bak­mış­lar. Ehl-i ta­rî­ka­tın ek­se­rin­de sekr, ehl-i aşkın ço­ğun­da is­tiğ­rak ve il­ti­bas ol­du­ğun­dan, ha­ki­ka­ta mu­ha­lif te­lak­ki­le­rin­de belki ma­zur­dur­lar. Fakat aklı ba­şın­da olan­lar, fik­ren on­la­rın esas-ı aka­ide mü­na­fî olan ma­na­la­rı­nı kabul ede­mez. Etse hata eder.

   Evet bütün kâ­ina­tı bir saray, bir ev gibi mun­ta­zam idare eden ve yıl­dız­la­rı zer­re­ler gibi hik­met­li ve kolay çe­vi­ren ve gez­di­ren ve zer­ra­tı mun­ta­zam me­mur­lar gibi is­tih­dam eden Zât-ı Ak­des-i İlahî’nin şe­ri­ki, na­zi­ri, zıddı, niddi ol­ma­dı­ğı gibi,

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” Şûrâ Sûresi, 42:11.

   sır­rıy­la su­re­ti, misli, mi­sa­li, şe­bi­hi dahi ola­maz. Fakat,

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; Onun hikmeti herşeyi kuşatır.” Rum Sûresi, 30:27.

   sır­rıy­la, mesel ve tem­sil ile, şu­una­tı­na ve sıfât ve es­ma­sı­na ba­kı­lır. Demek mesel ve tem­sil, şu­unat nok­ta-i na­za­rın­da var­dır.

   Şu mez­kûr Ha­dîs-i Şe­ri­fin çok ma­ka­sı­dın­dan bi­ri­si şudur ki: İnsan, ism-i Rah­man’ı ta­ma­mıy­la gös­te­rir bir su­ret­te­dir.

   Evet sâ­bı­kan beyan et­ti­ği­miz gibi, kâ­ina­tın sî­ma­sın­da bin­bir ismin şu­ala­rın­dan te­za­hür eden ism-i Rah­man gö­rün­dü­ğü gibi,
   zemin yü­zü­nün sî­ma­sın­da ru­bu­bi­yet-i mut­la­ka-i İla­hi­ye­nin had­siz cil­ve­le­riy­le te­za­hür eden ism-i Rah­man gös­te­ril­di­ği gibi,
   in­sa­nın su­ret-i câ­mi­asın­da küçük bir mik­yas­ta ze­mi­nin sî­ma­sı ve kâ­ina­tın sî­ma­sı gibi yine o ism-i Rah­man’ın cil­ve-i etem­mi­ni gös­te­rir de­mek­tir.

   Hem işa­ret­tir ki: Zât-ı Rah­ma­nur­ra­hîm’in de­lil­le­ri ve âyi­ne­le­ri olan zî­ha­yat ve insan gibi maz­har­lar o kadar o Zât-ı Vâ­cib-ül Vücud’a de­la­let­le­ri kat’î ve vâzıh ve za­hir­dir ki, Gü­ne­şin tim­sa­li­ni ve ak­si­ni tutan par­lak bir âyine; par­lak­lı­ğı­na ve de­la­le­ti­nin vu­zu­hu­na işa­re­ten “O âyine Gü­neş­tir” de­nil­di­ği vakit, “İnsan­da su­ret-i Rah­man var” vu­zuh-u de­la­le­ti­ne ve ke­mal-i mü­na­se­be­ti­ne işa­re­ten de­nil­miş ve de­ni­lir.
   Ve ehl-i Vah­det-ül Vü­cu­dun mu­te­dil kısmı “Lâ Mev­cu­de illa hu” bu sırra bi­na­en, bu de­la­le­tin vu­zu­hu­na ve bu mü­na­se­be­tin ke­ma­li­ne bir ünvan ola­rak de­miş­ler.

اَللّهُمَّ يَا رَحْمنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ آمِينَ

Ey Rahmân ve Rahîm olan Allahım! "Bismillâhirrahmânirrahîm"in hakkı için, Rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et ve Rahmâniyetine yaraşır şekilde, bize "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sırlarını anlamayı temin et.

Altıncı Sır

   Ey had­siz acz ve ni­ha­yet­siz fakr için­de yu­var­la­nan bî­ça­re insan!

   Rah­met ne kadar kıy­met­tar bir ve­si­le ve ne kadar mak­bul bir şe­fa­at­çi ol­du­ğu­nu bu­nun­la anla ki: O rah­met, öyle bir Sul­tan-ı Zül­ce­lal’e ve­si­le­dir ki, yıl­dız­lar­la zer­rat be­ra­ber ola­rak ke­mal-i in­ti­zam ve ita­at­le -be­ra­ber- or­du­sun­da hiz­met edi­yor­lar.

   Ve O Zât-ı Zül­ce­lal’in ve o Sul­tan-ı Ezel ve Ebed’in is­tiğ­na-i zâ­tî­si var ve is­tiğ­na-i mut­lak için­de­dir. Hiç­bir ci­het­le kâ­ina­ta ve mev­cu­da­ta ih­ti­ya­cı ol­ma­yan bir Ga­niyy-i Alel-ıt­lak’tır.

   Ve bütün kâ­inat taht-ı emir ve ida­re­sin­de ve hey­bet ve aza­me­ti al­tın­da ni­ha­yet ita­at­te, ce­la­li­ne karşı te­zel­lül­de­dir.

   İşte rah­met seni ey insan! O Müs­tağ­ni-i Alel-ıt­lak’ın ve Sul­tan-ı Ser­me­dî’nin hu­zu­ru­na çı­ka­rır ve ona dost yapar ve ona mu­ha­tab eder ve sev­gi­li bir abd va­zi­ye­ti­ni verir. Fakat nasıl sen Gü­ne­şe ye­ti­şe­mi­yor­sun, çok uzak­sın; hiç­bir ci­het­le ya­na­şa­mı­yor­sun. Fakat Gü­ne­şin zi­ya­sı Gü­ne­şin ak­si­ni, cil­ve­si­ni senin âyi­nen va­sı­ta­sıy­la senin eline verir. Öyle de: O Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çen­dan ni­ha­yet­siz uza­ğız, ya­na­şa­ma­yız. Fakat onun zi­ya-i rah­me­ti, onu bize yakın edi­yor.

   İşte ey insan! Bu rah­me­ti bulan, ebedî tü­ken­mez bir ha­zi­ne-i nur bu­lu­yor. O ha­zi­ne­yi bul­ma­sı­nın ça­re­si: Rah­me­tin en par­lak bir mi­sa­li ve mü­mes­si­li ve o rah­me­tin en beliğ bir li­sa­nı ve del­lâ­lı olan ve Rah­me­ten-lil-Âle­mîn ün­va­nıy­la Kur’anda tes­mi­ye edi­len Re­sul-i Ekrem Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm’ın sün­ne­ti­dir ve te­ba­iye­ti­dir.

   Ve bu Rah­me­ten-lil-Âle­mîn olan rah­met-i mü­ces­se­me­ye ve­si­le ise sa­la­vat­tır. Evet sa­la­va­tın ma­na­sı, rah­met­tir.

   Ve o zî­ha­yat mü­ces­sem rah­me­te rah­met duası olan sa­la­vat ise, o Rah­me­ten-lil-Âle­mîn’in vu­su­lü­ne ve­si­le­dir.

   Öyle ise sen sa­la­va­tı ken­di­ne, o Rah­me­ten-lil-Âle­mîn’e ve­si­le yap ve o zâtı da rah­met-i Rah­man’a ve­si­le it­ti­haz et.

   Umum üm­me­tin Rah­me­ten-lil-Âle­mîn olan Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm hak­kın­da had­siz bir kes­ret­le rah­met ma­na­sıy­la sa­la­vat ge­tir­me­le­ri, rah­met ne kadar kıy­met­tar bir he­di­ye-i İla­hi­ye ve ne kadar geniş bir da­ire­si ol­du­ğu­nu, par­lak bir su­ret­te isbat eder.

   El­ha­sıl: Ha­zi­ne-i rah­me­tin en kıy­met­tar pır­lan­ta­sı ve ka­pı­cı­sı Zât-ı Ah­me­di­ye Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm ol­du­ğu gibi, en bi­rin­ci anah­ta­rı dahi “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm“dir. Ve en kolay bir anah­ta­rı da sa­la­vat­tır.

اَللّهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ

Allahım! "Bismillâhirrahmânirrahîm"in hakkı için, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve bütün âl ve ashabına, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraşır bir şekilde salât ve selâm et. Bize de, Senden gayrı, Senin mahlûkatından hiç kimsenin merhametine muhtaç olmayacağımız bir rahmetle merhamet et.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm ve Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir