Altıncı Söz

ALTINCI SÖZ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

"Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." Tevbe Sûresi, 9:111.

1. Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak
2. ve ona abd olmak ve asker olmak;

1. ne kadar kârlı bir ticaret,
2. ne kadar şerefli bir rütbe

   olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:

   Bir zaman bir pa­di­şah, ra­iye­tin­den iki adama, her bi­ri­si­ne ema­ne­ten birer çift­lik verir ki; için­de fab­ri­ka, ma­ki­ne, at, silâh gibi her şey var. Fakat fır­tı­na­lı bir mu­ha­re­be za­ma­nı ol­du­ğun­dan, hiç­bir şey ka­ra­rın­da kal­maz. Ya mah­vo­lur veya te­bed­dül eder gider.

   Pa­di­şah, o iki ne­fe­re ke­mal-i mer­ha­me­tin­den bir ya­ver-i ek­re­mi­ni gön­der­di. Gayet mer­ha­met­kâr bir fer­man ile on­la­ra di­yor­du:

   Eli­niz­de olan ema­ne­ti­mi bana sa­tı­nız. Tâ, sizin için mu­ha­fa­za ede­yim, bey­hu­de zayi’ ol­ma­sın.

   Hem mu­ha­re­be bit­tik­ten sonra size daha güzel bir su­ret­te iade ede­ce­ğim.
   Hem güya o ema­net ma­lı­nız­dır, pek büyük bir fiat size ve­re­ce­ğim.
   Hem o ma­ki­ne ve fab­ri­ka­da­ki âlet­ler, benim na­mım­la ve benim tez­gâ­hım­da iş­let­ti­ri­lecek. Hem fiatı, hem üc­ret­le­ri, bir­den bine yük­se­lecek. Bütün o kârı size ve­re­ce­ğim.
   Hem de siz, âciz ve fa­kir­si­niz. O koca iş­le­rin ma­sa­rı­fa­tı­nı te­da­rik ede­mez­si­niz. Bütün ma­sa­rı­fa­tı ve le­va­zı­ma­tı, ben de­ruh­de ede­rim. Bütün vâ­ri­da­tı ve men­fa­atı size ve­re­ce­ğim.
   Hem de ter­hi­sat za­ma­nı­na kadar eli­niz­de bı­ra­ka­ca­ğım.
   İşte beş mer­te­be kâr için­de kâr…

   Eğer bana sat­maz­sa­nız, zâten gö­rü­yor­su­nuz ki, hiç kimse elin­de­ki­ni mu­ha­fa­za ede­mi­yor. Her­kes gibi eli­niz­den çı­ka­cak­tır.
   Hem bey­hu­de gi­decek, hem o yük­sek fi­at­tan mah­rum ka­la­cak­sı­nız.
   Hem o nâzik, kıy­met­dar âlet­ler, mi­zan­lar, is­ti­mal edi­lecek şa­ha­ne ma­den­ler ve işler bul­ma­dı­ğın­dan; bütün bütün kıy­met­ten dü­şe­cek­ler.
   Hem idare ve mu­ha­fa­za zah­me­ti ve kül­fe­ti ba­şı­nı­za ka­la­cak.
   Hem ema­net­te hı­ya­net ce­za­sı­nı gö­re­cek­si­niz.
   İşte beş de­re­ce ha­sa­ret için­de ha­sa­ret…

  Hem de bana sat­mak ise, bana asker olup benim na­mım­la ta­sar­ruf etmek de­mek­tir.
  Âdi bir esir ve başı bo­zu­ğa bedel, âlî bir pa­di­şa­hın has, ser­best bir ya­ver-i as­ke­ri olur­su­nuz.

   Onlar, şu il­ti­fa­tı ve fer­ma­nı din­le­dik­ten sonra, 

   o iki adam­dan aklı ba­şın­da olanı dedi: -Baş üs­tü­ne, ben ma­alif­ti­har sa­ta­rım. Hem, bin te­şek­kür ede­rim.
   Di­ğe­ri mağ­rur, nefsi fi­ra­vun­laş­mış, hod­bin, ayyaş, güya ebedî o çift­lik­te ka­la­cak gibi, dünya zel­ze­le­le­rin­den dağ­da­ğa­la­rın­dan ha­be­ri yok.  Dedi: -Yok! Pa­di­şah kim­dir? Ben mül­kü­mü sat­mam, key­fi­mi boz­mam…

   Biraz zaman sonra

   bi­rin­ci adam öyle bir mer­te­be­ye çıktı ki, her­kes ha­li­ne gıbta eder­di. Pa­di­şa­hın lüt­fu­na maz­har olmuş, has sa­ra­yın­da sa­adet­le ya­şı­yor.
   Di­ğe­ri, öyle bir hale gi­rif­tar olmuş ki: Hem her­kes ona acı­yor, hem de “müs­te­hak!” diyor. Çünki ha­ta­sı­nın ne­ti­ce­si ola­rak hem sa­ade­ti ve mülkü git­miş, hem ceza ve azab çe­ki­yor.

   İşte ey nefs-i pür­he­ves! Şu mi­sa­lin dûr­bî­ni ile ha­ki­ka­tın yü­zü­ne bak.

  Amma o pa­di­şah ise, ezel-ebed Sul­ta­nı olan Rab­bin, Hâ­lı­kın­dır.
  Ve o çift­lik­ler, ma­ki­ne­ler, âlet­ler, mi­zan­lar ise, senin da­ire-i ha­ya­tın için­de­ki mâ­me­le­kin….. ve o mâ­me­le­kin için­de­ki cisim, ruh ve kal­bin…… ve onlar için­de­ki göz ve dil, akıl ve hayal gibi za­hi­rî ve bâ­tı­nî has­se­le­rin­dir.
  Ve o ya­ver-i ekrem ise, Re­sul-i Kerim’dir.
  Ve o fer­man-ı ahkem ise, Kur’an-ı Hakîm’dir ki, bah­sin­de bu­lun­du­ğu­muz ti­ca­ret-i azî­me­yi, şu âyet­le ilân edi­yor:

اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

"Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." Tevbe Sûresi, 9:111.

  Ve o dal­ga­lı mu­ha­re­be mey­da­nı ise, şu fır­tı­na­lı dünya yü­zü­dür ki; dur­mu­yor, dö­nü­yor, bo­zu­lu­yor ve her in­sa­nın ak­lı­na şu fikri ve­ri­yor:

   “Madem her­şey eli­miz­den çı­ka­cak, fâni olup kay­bo­la­cak. Acaba bâ­ki­ye teb­dil edip ibka etmek ça­re­si yok mu?” deyip, dü­şü­nür­ken bir­den se­ma­vî sa­dâ-yı Kur’an işi­ti­li­yor.

   Der: “Evet var. Hem, beş mer­te­be kârlı bir su­ret­te güzel ve rahat bir ça­re­si var.”

   Sual: Nedir?
   El­ce­vab: Ema­ne­ti, sa­hib-i ha­ki­kî­si­ne sat­mak.. İşte o sa­tış­ta, beş de­re­ce kâr için­de kâr var.

   Bi­rin­ci kâr: Fâni mal, beka bulur. Çünki Kay­yum-u Bâki olan Zât-ı Zül­ce­lal’e ve­ri­len ve onun yo­lun­da sar­fe­di­len şu ömr-ü zâil, bâ­ki­ye in­kı­lab eder, bâki mey­ve­ler verir. O vakit ömür da­ki­ka­la­rı, âdeta to­hum­lar, çe­kir­dek­ler hük­mün­de za­hi­ren fena bulur, çürür. Fakat âlem-i be­ka­da, sa­adet çi­çek­le­ri açar­lar ve sün­bül­le­nir­ler. Ve Âlem-i Ber­zah’ta zi­ya­dar, munis birer man­za­ra olur­lar.
   İkinci kâr: Cen­net gibi bir fiat ve­ri­li­yor.
   Üçün­cü kâr: Her âza ve has­se­le­rin kıy­me­ti, bir­den bine çıkar.

   Me­se­lâ: Akıl bir âlet­tir.
Eğer Ce­nab-ı Hakk’a sat­ma­yıp belki nefis he­sa­bı­na ça­lış­tır­san, öyle meş’um ve müz’iç ve mu­ac­ciz bir âlet olur ki; geç­miş za­ma­nın âlâm-ı ha­zî­na­ne­si­ni ve ge­lecek za­ma­nın eh­val-i mu­hav­vi­fa­ne­si­ni senin bu bî­ça­re ba­şı­na yük­le­tecek, yü­mün­süz ve muzır bir âlet de­re­ke­si­ne iner. İşte bunun için­dir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve ta­ci­zin­den kur­tul­mak için, ga­li­ben ya sar­hoş­lu­ğa veya eğ­len­ce­ye kaçar.
   Eğer Mâ­lik-i Ha­ki­kî’sine sa­tıl­sa ve onun he­sa­bı­na ça­lış­tır­san; akıl, öyle tıl­sım­lı bir anah­tar olur ki: Şu kâ­inat­ta olan ni­ha­yet­siz rah­met ha­zi­ne­le­ri­ni ve hik­met de­fi­ne­le­ri­ni açar. Ve bu­nun­la sa­hi­bi­ni, sa­adet-i ebe­di­ye­ye mü­hey­ya eden bir mür­şid-i Rab­ba­nî de­re­ce­si­ne çıkar.

   Me­se­lâ: Göz bir has­se­dir ki, ruh bu âlemi o pen­ce­re ile sey­re­der.
   Eğer Ce­nab-ı Hakk’a sat­ma­yıp belki nefis he­sa­bı­na ça­lış­tır­san; ge­çi­ci, de­vam­sız bazı gü­zel­lik­le­ri, man­za­ra­la­rı seyr ile şeh­vet ve he­ves-i nef­sa­ni­ye­ye bir kav­vad de­re­ke­sin­de bir hiz­met­kâr olur.
   Eğer gözü, gözün Sâni’-i Basîr’ine sat­san ve onun he­sa­bı­na ve izni da­ire­sin­de ça­lış­tır­san; o zaman şu göz, şu ki­tab-ı ke­bir-i kâ­ina­tın bir mü­ta­la­acı­sı ve şu âlem­de­ki mu’ci­zat-ı san’at-ı Rab­ba­ni­ye­nin bir se­yir­ci­si ve şu Kü­re-i Arz bah­çe­sin­de­ki rah­met çi­çek­le­ri­nin mü­ba­rek bir arısı de­re­ce­si­ne çıkar.

   Me­se­lâ: Dil­de­ki kuv­ve-i za­ika­yı, Fâ­tır-ı Hakîm’ine sat­maz­san, belki nefis he­sa­bı­na, mide na­mı­na ça­lış­tır­san; o vakit mi­de­nin tav­la­sı­na ve fab­ri­ka­sı­na bir ka­pı­cı de­re­ke­si­ne iner, sukut eder.
   Eğer Rez­zak-ı Kerim’e sat­san; o zaman dil­de­ki kuv­ve-i zaika, rah­met-i İla­hi­ye ha­zi­ne­le­ri­nin bir nâ­zır-ı ma­hi­ri…. ve Kud­ret-i Sa­me­da­ni­ye mat­bah­la­rı­nın bir mü­fet­tiş-i şâ­ki­ri rüt­be­si­ne çıkar.

  İşte ey akıl, dik­kat et! Meş’um bir âlet ne­re­de? Kâ­inat anah­ta­rı ne­re­de?
  Ey göz, güzel bak! Âdi bir kav­vad ne­re­de? Kü­tüb­ha­ne-i İla­hî­nin mü­te­fen­nin bir nâ­zı­rı ne­re­de?
  Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla ka­pı­cı­sı ve bir fab­ri­ka ya­sak­çı­sı ne­re­de? Ha­zi­ne-i hâs­sa-i rah­met nâ­zı­rı ne­re­de?
   Ve daha bun­lar gibi başka âlet­le­ri ve âza­la­rı kıyas etsen an­lar­sın ki: Ha­ki­ka­ten mü’min Cen­net’e lâyık ve kâfir Ce­hen­nem’e mu­va­fık bir ma­hi­yet kes­be­der.

   Ve on­la­rın her­bi­ri, öyle bir kıy­met al­ma­la­rı­nın se­be­bi:

   Mü’min, ima­nıy­la Hâ­lı­kı­nın ema­ne­ti­ni, onun na­mı­na ve izni da­ire­sin­de is­ti­mal et­me­si­dir.
   Ve kâfir, hı­ya­net edip nefs-i em­ma­re he­sa­bı­na ça­lış­tır­ma­sı­dır.

   Dör­dün­cü Kâr: İnsan za­îf­tir, be­la­la­rı çok…. Fa­kir­dir, ih­ti­ya­cı pek zi­ya­de…. Âciz­dir, hayat yükü pek ağır…. Eğer Ka­dîr-i Zül­ce­lal’e da­ya­nıp te­vek­kül et­mez­se ve iti­mad edip tes­lim ol­maz­sa, vic­da­nı daim azab için­de kalır. Se­me­re­siz me­şak­kat­ler, elem­ler, te­es­süf­ler onu boğar. Ya sar­hoş veya ca­na­var eder.
   Be­şin­ci kâr: Bütün o âza ve âlet­le­rin iba­de­ti ve tes­bi­ha­tı ve o yük­sek üc­ret­le­ri, en muh­taç ol­du­ğun bir za­man­da, Cen­net ye­miş­le­ri su­re­tin­de sana ve­ri­le­ce­ği­ne; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ih­ti­sas ve mü­şa­he­de it­ti­fak et­miş­ler.

   İşte bu beş mer­te­be kârlı ti­ca­re­ti yap­maz­san, şu kâr­lar­dan mah­ru­mi­yet­ten başka, beş de­re­ce ha­sa­ret için­de ha­sa­re­te dü­şe­cek­sin.

   Bi­rin­ci ha­sa­ret: O kadar sev­di­ğin mal ve evlâd ve pe­res­tiş et­ti­ğin nefis ve heva ve mef­tun ol­du­ğun genç­lik ve hayat zayi’ olup kay­bo­la­cak, senin elin­den çı­ka­cak­lar. Fakat gü­nah­la­rı­nı, elem­le­ri­ni sana bı­ra­kıp boy­nu­na yük­le­te­cek­ler.
   İkinci ha­sa­ret: Ema­net­te hı­ya­net ce­za­sı­nı çe­ke­cek­sin. Çünki en kıy­met­dar âlet­le­ri, en kıy­met­siz şey­ler­de sar­fe­dip nef­si­ne zul­met­tin.
   Üçün­cü ha­sa­ret: Bütün o kıy­met­dar ci­ha­zat-ı in­sa­ni­ye­yi, hay­van­lık­tan çok aşağı bir de­re­ke­ye dü­şü­rüp hik­met-i İla­hi­ye­ye if­ti­ra ve zul­met­tin.
   Dör­dün­cü ha­sa­ret: Acz ve fak­rın ile be­ra­ber, o pek ağır hayat yü­kü­nü, zaîf be­li­ne yük­le­yip zeval ve firak sil­le­si al­tın­da daim va­vey­lâ ede­cek­sin.
   Be­şin­ci ha­sa­ret: Ha­yat-ı ebe­di­ye esa­sa­tı­nı ve sa­adet-i uh­re­vi­ye le­va­zı­ma­tı­nı te­da­rik etmek için ve­ri­len akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel he­di­ye-i Rah­ma­ni­ye­yi, Ce­hen­nem ka­pı­la­rı­nı sana aça­cak çir­kin bir su­re­te çe­vir­mek­tir.

   Şimdi sat­ma­ğa ba­ka­ca­ğız.

   Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çok­la­rı sat­mak­tan ka­çı­yor­lar. Yok, kat’â ve aslâ! Hiç öyle ağır­lı­ğı yok­tur. Zira helâl da­ire­si ge­niş­tir, keyfe kâfi gelir. Ha­ra­ma gir­me­ye hiç lüzum yok­tur.

   Fe­ra­iz-i İla­hi­ye ise ha­fif­tir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lez­zet­li bir şe­ref­tir ki, tarif edil­mez.

   Va­zi­fe ise: Yal­nız bir asker gibi Allah na­mı­na iş­le­me­li, baş­la­ma­lı. Ve Allah he­sa­bıy­la ver­me­li ve al­ma­lı. Ve izni ve ka­nu­nu da­ire­sin­de ha­re­ket et­me­li, sü­kû­net bul­ma­lı. Kusur etse, is­tiğ­far et­me­li.

   Yâ Rab! Ku­su­ru­mu­zu afvet, bizi ken­di­ne kul kabul et, ema­ne­ti­ni kab­zet­mek za­ma­nı­na kadar bizi ema­net­te emin kıl. Âmîn de­me­li ve ona yal­var­ma­lı…

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir