Dokuzuncu Söz

DOKUZUNCU SÖZ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ
وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

"Haydi siz akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd ve övgü Ona mahsustur. İkindi vaktinde de ve öğle vaktine erişince de Allah'ı tesbih edip namaz kılın." Rum Sûresi, 30:17-18.

   Ey bi­ra­der! Ben­den, na­ma­zın şu mu­ay­yen beş vakte hik­met-i tah­si­si­ni so­ru­yor­sun.

   Pek çok hik­met­le­rin­den yal­nız bi­ri­si­ne işa­ret ede­riz.

   Evet her­bir na­ma­zın vakti,
•  mühim bir in­kı­lab başı ol­du­ğu gibi,
  azîm bir ta­sar­ruf-u İla­hî­nin âyi­ne­si
  ve o ta­sar­ruf için­de ih­sa­nat-ı kül­li­ye-i İla­hi­ye­nin birer ma’kesi

   ol­du­ğun­dan, Ka­dîr-i Zül­ce­lal’e o va­kit­ler­de daha zi­ya­de tes­bih ve ta’zim ve had­siz ni­met­le­ri­nin iki vakit or­ta­sın­da top­lan­mış ye­kû­nü­ne karşı şükür ve hamd demek olan na­ma­za em­re­dil­miş­tir.

   Şu ince ve derin ma­na­yı bir parça feh­met­mek için “beş nükte”yi nef­sim­le be­ra­ber din­le­mek lâzım…

Birinci Nükte

   Na­ma­zın ma­na­sı, Ce­nab-ı Hakk’ı tes­bih ve ta’zim ve şü­kür­dür.

  Yani, ce­la­li­ne karşı kav­len ve fi­ilenSüb­ha­nal­lah” deyip tak­dis
  Hem ke­ma­li­ne karşı, laf­zan ve ame­lenAl­la­hü Ekber” deyip ta’zim
  Hem ce­ma­li­ne karşı, kal­ben ve li­sa­nen ve be­de­nenEl­ham­dü­lil­lah” deyip şük­ret­mek­tir.

   Demek tes­bih ve tek­bir ve hamd, na­ma­zın çe­kir­dek­le­ri hük­mün­de­dir­ler.

   On­dan­dır ki, na­ma­zın ha­re­kât ve ez­kâ­rın­da bu üç şey, her ta­ra­fın­da bu­lu­nu­yor­lar.

   Hem on­dan­dır ki, na­maz­dan sonra, na­ma­zın ma­na­sı­nı te’kid ve tak­vi­ye için şu ke­li­mat-ı mü­ba­re­ke, otu­züç defa tek­rar edi­lir. Na­ma­zın ma­na­sı, şu müc­mel hü­lâ­sa­lar­la te’kid edi­lir.

İkinci Nükte

   İba­de­tin ma­na­sı şudur ki: Der­gâh-ı İla­hî­de abd, kendi ku­su­ru­nu ve acz ve fak­rı­nı görüp ke­mal-i ru­bu­bi­ye­tin ve kud­ret-i Sa­me­da­ni­ye­nin ve rah­met-i İla­hi­ye­nin önün­de hay­ret ve mu­hab­bet­le secde et­mek­tir.

   Yani ru­bu­bi­ye­tin sal­ta­na­tı, na­sıl­ki ubu­di­ye­ti ve ita­ati ister;

  ru­bu­bi­ye­tin kud­si­ye­ti, pak­lı­ğı dahi ister ki: Abd, kendi ku­su­ru­nu görüp is­tiğ­far ile ve Rab­bı­nı bütün ne­ka­is­ten pâk ve mü­ber­ra ve ehl-i da­la­le­tin ef­kâr-ı bâ­tı­la­sın­dan mü­nez­zeh ve mu­al­lâ ve kâ­ina­tın bütün ku­su­ra­tın­dan mu­kad­des ve mu­ar­râ ol­du­ğu­nu; tes­bih ile Süb­ha­nal­lah ile ilân etsin.

  Hem de ru­bu­bi­ye­tin ke­mal-i kud­re­ti dahi ister ki: Abd, kendi za’fını ve mah­lu­ka­tın ac­zi­ni gör­mek­le kud­ret-i Sa­me­da­ni­ye­nin aza­met-i âsâ­rı­na karşı is­tih­san ve hay­ret için­de Al­la­hü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona il­ti­ca ve te­vek­kül etsin.

  Hem ru­bu­bi­ye­tin ni­ha­yet­siz ha­zi­ne-i rah­me­ti de ister ki: Abd, kendi ih­ti­ya­cı­nı ve bütün mah­lu­ka­tın fakr u ih­ti­ya­ca­tı­nı sual ve dua li­sa­nıy­la izhar ve Rab­bı­nın ihsan ve in’ama­tı­nı, şükür ve sena ile ve El­ham­dü­lil­lah ile ilân etsin.

   Demek, na­ma­zın ef’al ve ak­va­li, bu ma­na­la­rı ta­zam­mun edi­yor ve bun­lar için ta­raf-ı İla­hî­den vaz’edil­miş­ler.

Üçüncü Nükte

   Na­sıl­ki insan, şu âlem-i ke­bi­rin bir mi­sal-i mu­sag­ga­rı­dır
   ve Fa­ti­ha-i Şe­ri­fe, şu Kur’an-ı Azî­müş­şan’ın bir tim­sal-i mü­nev­ve­ri­dir.

   Namaz dahi bütün ibâ­dâ­tın enva’ını şamil bir fih­ris­te-i nu­ra­ni­ye­dir
   ve bütün es­naf-ı mah­lu­ka­tın el­van-ı iba­det­le­ri­ne işa­ret eden bir ha­ri­ta-i kud­si­ye­dir.

Dördüncü Nükte

   Na­sıl­ki haf­ta­lık bir sa­atin sâ­ni­ye ve da­ki­ka ve saat ve gün­le­ri­ni sayan mil­le­ri bir­bi­ri­ne ba­kar­lar, bir­bi­ri­nin mi­sa­li­dir­ler ve bir­bi­ri­nin hük­mü­nü alır­lar.

   Öyle de; Ce­nab-ı Hakk’ın bir sa­at-ı küb­ra­sı olan şu âlem-i dün­ya­nın

 sâ­ni­ye­si hük­mün­de olan gece ve gün­düz de­ve­ra­nı
  ve da­ki­ka­la­rı sayan se­ne­ler
  ve sa­at­le­ri sayan ta­ba­kat-ı ömr-ü insan
  ve gün­le­ri sayan ed­var-ı ömr-ü âlem bir­bi­ri­ne ba­kar­lar, bir­bi­ri­nin mi­sa­li­dir­ler ve bir­bi­ri­nin hük­mün­de­dir­ler ve bir­bi­ri­ni ha­tır­la­tır­lar. Me­se­lâ:

•  Fecir za­ma­nı, tulûa kadar,
  ev­vel-i bahar za­ma­nı­na,
  hem in­sa­nın rahm-ı ma­de­re düş­tü­ğü âvâ­nı­na,
  hem se­ma­vat ve arzın altı gün hil­ka­tin­den bi­rin­ci gü­nü­ne ben­zer ve ha­tır­la­tır ve on­lar­da­ki şu­unat-ı İla­hi­ye­yi ihtar eder.

•  Zuhr za­ma­nı ise,
  yaz mev­si­mi­nin or­ta­sı­na,
  hem genç­lik ke­ma­li­ne,
  hem ömr-ü dün­ya­da­ki hil­kat-ı insan dev­ri­ne
ben­zer ve işa­ret eder ve on­lar­da­ki te­cel­li­yat-ı rah­me­ti ve fü­yu­zat-ı ni­me­ti ha­tır­la­tır.

•  Asr za­ma­nı ise,
  güz mev­si­mi­ne,
  hem ih­ti­yar­lık vak­ti­ne,
  hem âhir­za­man Pey­gam­be­ri­nin (Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm) asr-ı sa­ade­ti­ne ben­zer ve on­lar­da­ki şu­unat-ı İla­hi­ye­yi ve in’amat-ı Rah­ma­ni­ye­yi ihtar eder.

•  Mağ­rib za­ma­nı ise,
  güz mev­si­mi­nin âhi­rin­de pek­çok mah­lu­ka­tın gu­ru­bu­nu,
  hem in­sa­nın ve­fa­tı­nı,
  hem dün­ya­nın kı­ya­met ib­ti­da­sın­da­ki ha­ra­bi­ye­ti­ni ihtar ile, te­cel­li­yat-ı ce­la­li­ye­yi ifham ve be­şe­ri gaf­let uy­ku­sun­dan uyan­dı­rır, ikaz eder.

•  İşâ’ vakti ise, âlem-i zu­lü­mat, nehar âle­mi­nin bütün âsâ­rı­nı siyah ke­fe­ni ile set­ret­me­si­ni,
  hem kışın beyaz ke­fe­ni ile ölmüş yerin yü­zü­nü ört­me­si­ni,
  hem vefat etmiş in­sa­nın ba­kiy­ye-i âsârı dahi vefat edip nis­yan per­de­si al­tı­na gir­me­si­ni,
  hem bu dâr-ı im­ti­han olan dün­ya­nın bütün bütün ka­pan­ma­sı­nı ihtar ile Kah­har-ı Zül­ce­lal’in ce­lal­li ta­sar­ru­fa­tı­nı ilân eder.

•  Gece vakti ise,
  hem kışı,
  hem kabri, hem âlem-i Ber­za­hı ifham ile, ruh-u beşer rah­met-i Rah­man’a ne de­re­ce muh­taç ol­du­ğu­nu in­sa­na ha­tır­la­tır.

   Ve ge­ce­de te­hec­cüd ise, kabir ge­ce­sin­de ve Ber­zah ka­ran­lı­ğın­da ne kadar lü­zum­lu bir ışık ol­du­ğu­nu bil­di­rir, ikaz eder ve bütün bu in­kı­la­bat için­de Ce­nab-ı Mün’im-i Ha­ki­kî’nin ni­ha­yet­siz ni­met­le­ri­ni ihtar ile ne de­re­ce hamd ü se­na­ya müs­te­hak ol­du­ğu­nu ilân eder.

  İkinci sabah ise,
  sa­bah-ı haşri ihtar eder.

   Evet şu ge­ce­nin sa­ba­hı ve şu kışın ba­ha­rı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haş­rin sa­ba­hı da, Ber­za­hın ba­ha­rı da o kat’iy­yet­te­dir.

   Demek bu beş vak­tin her­bi­ri, bir mühim in­kı­lab ba­şın­da ol­du­ğu ve büyük in­kı­lab­la­rı ihtar et­ti­ği gibi;

   kud­ret-i Sa­me­da­ni­ye­nin ta­sar­ru­fat-ı azî­me-i yev­mi­ye­si­nin işa­re­tiy­le;
  hem se­ne­vî,
  hem asrî,
  hem dehrî, kud­re­tin mu’ci­za­tı­nı ve rah­me­tin he­dâ­yâ­sı­nı ha­tır­la­tır.

   Demek asıl va­zi­fe-i fıt­rat ve esas-ı ubu­di­yet ve kat’î borç olan farz namaz, şu va­kit­ler­de lâ­yık­tır ve en­seb­dir.

Beşinci Nükte

  İnsan fıt­ra­ten gayet za­îf­tir. Hal­bu­ki her şey ona ili­şir, onu mü­te­es­sir ve mü­te­el­lim eder.
•  Hem gayet âciz­dir. Hal­bu­ki be­la­la­rı ve düş­man­la­rı pek çok­tur.
•  Hem gayet fa­kir­dir. Hal­bu­ki ih­ti­ya­ca­tı pek zi­ya­de­dir.
  Hem ten­bel ve ik­ti­dar­sız­dır. Hal­bu­ki ha­ya­tın te­kâ­li­fi gayet ağır­dır.
•  Hem in­sa­ni­yet onu kâ­inat­la alâ­ka­dar et­miş­tir. Hal­bu­ki sev­di­ği, ün­si­yet et­ti­ği şey­le­rin zeval ve fi­ra­kı, mü­te­ma­di­yen onu in­ci­ti­yor.
•  Hem akıl ona yük­sek mak­sad­lar ve bâki mey­ve­ler gös­te­ri­yor. Hal­bu­ki eli kısa, ömrü kısa, ik­ti­da­rı kısa, sabrı kı­sa­dır.

***

   İşte bu va­zi­yet­te bir ruh;

   fecir za­ma­nın­da

   bir Ka­dîr-i Zül­ce­lal’in, bir Ra­hîm-i Zül­ce­mal’in der­gâ­hı­na niyaz ile namaz ile mü­ra­ca­at edip ar­zu­hal etmek, tev­fik ve meded is­te­mek ne kadar elzem ve pe­şin­de­ki gün­düz âle­min­de ba­şı­na ge­lecek, be­li­ne yük­le­necek iş­le­ri, va­zi­fe­le­ri ta­ham­mül için ne kadar lü­zum­lu bir nok­ta-i is­ti­nad ol­du­ğu be­da­he­ten an­la­şı­lır.

***

   Ve zuhr za­ma­nın­da ki, o zaman,

•  gün­dü­zün ke­ma­li
  ve ze­va­le meyli
•  ve yevmî iş­le­rin âvân-ı te­kem­mü­lü
•  ve me­şâ­gı­lin taz­yi­kın­dan mu­vak­kat bir is­ti­ra­hat za­ma­nı
•  ve fâni dün­ya­nın be­ka­sız ve ağır iş­le­rin ver­di­ği gaf­let ve ser­sem­lik­ten ruhun te­nef­fü­se ih­ti­yaç vakti
•  ve in’amat-ı İla­hi­ye­nin te­za­hür et­ti­ği bir andır.

> Ruh-u beşer, o taz­yik­ten kur­tu­lup, o gaf­let­ten sıy­rı­lıp, o ma­na­sız ve be­ka­sız şey­ler­den çıkıp Kay­yum-u Bâki olan Mün’im-i Ha­ki­kî’nin der­gâ­hı­na gidip el bağ­la­ya­rak, yekûn ni­met­le­ri­ne şükür ve hamd edip ve is­ti­ane etmek

> ve celal ve aza­me­ti­ne karşı rükû ile ac­zi­ni izhar etmek

> ve ke­mal-i bî­ze­va­li­ne ve ce­mal-i bî­mi­sa­li­ne karşı secde edip hay­ret ve mu­hab­bet ve mah­vi­ye­ti­ni ilân etmek

   demek olan zuhr na­ma­zı­nı kıl­mak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve mü­na­sib ol­du­ğu­nu an­la­ma­yan insan, insan değil…

***

   Asr vak­tin­de ki o vakit,

  hem güz mev­sim-i ha­zî­na­ne­si­ni
  ve ih­ti­yar­lık ha­let-i mah­zu­na­ne­si­ni
  ve âhir­za­man mev­sim-i elî­ma­ne­si­ni an­dı­rır ve ha­tır­lat­tı­rır.
•  Hem yevmî iş­le­rin ne­ti­ce­len­me­si za­ma­nı,
•  hem o günde maz­har ol­du­ğu sıh­hat ve se­lâ­met ve ha­yır­lı hiz­met gibi ni­am-ı İla­hi­ye­nin bir ye­kûn-ü azîm teş­kil et­ti­ği za­ma­nı,
•  hem o koca Gü­ne­şin ufûle mey­let­me­si işa­re­tiy­le; insan bir mi­sa­fir memur ve her şey ge­çi­ci, bî­ka­rar ol­du­ğu­nu ilân etmek za­ma­nı­dır.

   Şimdi ebe­di­ye­ti is­te­yen ve ebed için hal­ko­lu­nan ve ih­sa­na karşı pe­res­tiş eden ve fi­rak­tan mü­te­el­lim olan ruh-u insan,

> kal­kıp ab­dest alıp şu asr vak­tin­de ikin­di na­ma­zı­nı kıl­mak için Ka­dîm-i Bâki ve Kay­yum-u Ser­me­dî’nin der­gâh-ı Sa­me­da­ni­ye­si­ne arz-ı mü­na­cat ede­rek,

> ze­val­siz ve ni­ha­yet­siz rah­me­ti­nin il­ti­fa­tı­na il­ti­ca edip, he­sab­sız ni­met­le­ri­ne karşı şükür ve hamd ede­rek,

> iz­zet-i ru­bu­bi­ye­ti­ne karşı ze­li­la­ne rükûa gidip,

> ser­me­di­yet-i ulu­hi­ye­ti­ne karşı mah­vi­yet­kâ­ra­ne secde ede­rek,

> ha­ki­kî bir te­sel­li-i kalb, bir ra­hat-ı ruh bulup hu­zur-u kib­ri­ya­sın­da ke­mer­bes­te-i ubu­di­yet olmak

   demek olan asr na­ma­zı­nı kıl­mak, ne kadar ulvî bir va­zi­fe, ne kadar mü­na­sib bir hiz­met,  ne kadar ye­rin­de bir borc-u fıt­rat eda etmek,  belki gayet hoş bir sa­adet elde etmek ol­du­ğu­nu; insan olan anlar.

***

   Mağ­rib vak­tin­de ki o zaman,

  hem kışın baş­la­ma­sın­dan yaz ve güz âle­mi­nin na­ze­nin ve güzel mah­lu­ka­tı­nın ve­da-i ha­zî­na­ne­si için­de gurub et­me­si­nin za­ma­nı­nı an­dı­rır.
  Hem in­sa­nın ve­fa­tıy­la bütün sev­dik­le­rin­den bir fi­rak-ı elî­ma­ne için­de ay­rı­lıp kabre gir­mek za­ma­nı­nı ha­tır­la­tır.
  Hem dün­ya­nın zel­ze­le-i se­ke­rat için­de ve­fa­tıy­la, bütün se­ke­ne­si başka âlem­le­re göç­me­si ve bu dâr-ı im­ti­han lâm­ba­sı­nın sön­dü­rül­me­si za­ma­nı­nı an­dı­rır, ha­tır­la­tır
  ve ze­val­de gurub eden mah­bub­la­ra pe­res­tiş eden­le­ri şid­det­le ikaz eder bir za­man­dır.

   İşte akşam na­ma­zı için böyle bir va­kit­te, fıt­ra­ten bir Ce­mal-i Bâki’ye âyi­ne-i müş­tak olan ruh-u beşer,

> şu azîm iş­le­ri yapan ve bu cesîm âlem­le­ri çe­vi­ren, teb­dil eden Ka­dîm-i Lem­ye­zel ve Bâ­ki-i La­ye­zal’in arş-ı aza­me­ti­ne yü­zü­nü çe­vi­rip

> bu fâ­ni­le­rin üs­tün­de “Al­la­hü Ekber” deyip

> on­lar­dan el­le­ri­ni çekip hiz­met-i Mevlâ için el bağ­la­yıp

> Da­im-i Bâki’nin hu­zu­run­da kıyam edip

>El­ham­dü­lil­lahde­mek­le; ku­sur­suz ke­ma­li­ne, mi­sil­siz ce­ma­li­ne, ni­ha­yet­siz rah­me­ti­ne karşı hamd ü sena edip

>  اِيَّاكَ نَعْبُدُ
“(Ey Rabbimiz) ancak Sana kulluk ederiz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
 
وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“(Ey Rabbimiz) ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
 
de­mek­le, mu­in­siz ru­bu­bi­ye­ti­ne, şe­rik­siz ulu­hi­ye­ti­ne, ve­zir­siz sal­ta­na­tı­na karşı arz-ı ubu­di­yet ve is­ti­ane etmek,

> hem ni­ha­yet­siz kib­ri­ya­sı­na, had­siz kud­re­ti­ne ve aciz­siz iz­ze­ti­ne karşı rükûa gidip bütün kâ­inat­la be­ra­ber za’f u ac­zi­ni, fakr u zil­le­ti­ni izhar et­mek­le, سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمِ
Büyük ve yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim.
deyip Rabb-ı Azîm’ini tes­bih edip;
> hem ze­val­siz ce­mal-i zâ­tı­na, te­gay­yür­süz sı­fât-ı kud­si­ye­si­ne, te­bed­dül­süz ke­mal-i ser­me­di­ye­ti­ne karşı secde edip hay­ret ve mah­vi­yet için­de terk-i ma­si­va ile mu­hab­bet ve ubu­di­ye­ti­ni ilân edip, hem bütün fâ­ni­le­re bedel bir Ce­mil-i Bâki, bir Ra­hîm-i Ser­me­dî bulup, سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى
En yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim.
de­mek­le ze­val­den mü­nez­zeh, ku­sur­dan mü­ber­ra Rabb-i A’lâ­sı­nı tak­dis etmek;

> sonra te­şeh­hüd edip, otu­rup bütün mah­lu­ka­tın ta­hiy­yat-ı mü­ba­re­ke­le­ri­ni ve sa­la­vat-ı tay­yi­be­le­ri­ni kendi he­sa­bı­na o Ce­mil-i Lem­ye­zel ve Ce­lil-i Lâ­ye­zal’e he­di­ye edip

> ve Re­sul-i Ekrem’ine selâm et­mek­le bi­atı­nı tec­did ve eva­mi­ri­ne ita­atı­nı izhar edip

> ve ima­nı­nı tec­did ile ten­vir etmek için şu kasr-ı kâ­ina­tın in­ti­zam-ı ha­kî­ma­ne­si­ni mü­şa­he­de edip Sâni’-i Zül­ce­lal’in vah­da­ni­ye­ti­ne şe­ha­det etmek;

> hem sal­ta­nat-ı ru­bu­bi­ye­tin del­lâ­lı ve mü­bel­liğ-i mar­zi­ya­tı ve ki­tab-ı kâ­ina­tın ter­cü­man-ı âyâtı olan Mu­ham­med-i Arabî Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm’ın ri­sa­le­ti­ne şe­ha­det etmek

   demek olan mağ­rib na­ma­zı­nı kıl­mak  ne kadar latif, nazif bir va­zi­fe,  ne kadar aziz, leziz bir hiz­met,  ne kadar hoş ve güzel bir ubu­di­yet,  ne kadar ciddî bir ha­ki­kat ve bu fâni mi­sa­fir­ha­ne­de bâ­ki­ya­ne bir soh­bet ve da­ima­ne bir sa­adet ol­du­ğu­nu an­la­ma­yan adam, nasıl adam ola­bi­lir!

***

   İşâ’ vaktinde ki o vakit,

  gün­dü­zün ufuk­ta kalan ba­kiy­ye-i âsârı dahi kay­bo­lup, gece âlemi kâ­ina­tı kap­lar. مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ
“gece ve gündüzü birbiri ardına çeviren Allah” bk. Nur Sûresi, 24:44.
olan Ka­dîr-i Zül­ce­lal’in o beyaz sa­hi­fe­yi bu siyah sa­hi­fe­ye çe­vir­me­sin­de­ki ta­sar­ru­fat-ı Rab­ba­ni­ye­siy­le

  yazın mü­zey­yen yeşil sa­hi­fe­si­ni, kışın bârid beyaz sa­hi­fe­si­ne çe­vir­me­sin­de­ki مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ
“Güneş ve Ayı emri altında tutan ve onları hizmetimize veren Allah” bk. Râd Sûresi, 13:2.
olan Ha­kîm-i Zül­ke­mal’in ic­ra­at-ı İla­hi­ye­si­ni ha­tır­la­tır.

  Hem mü­rur-u za­man­la ehl-i ku­bu­run ba­kiy­ye-i âsârı dahi şu dün­ya­dan ke­sil­me­siy­le bütün bütün başka âleme geç­me­sin­de­ki Hâ­lık-ı Mevt ve Hayat’ın şu­unat-ı İla­hi­ye­si­ni an­dı­rır.

  Hem dar ve fâni ve hakir dün­ya­nın ta­ma­men harab olup, azîm se­ke­ra­tıy­la vefat edip, geniş ve bâki ve aza­met­li âlem-i âhi­re­tin in­ki­şa­fın­da Hâ­lık-ı Arz ve Se­ma­vat’ın ta­sar­ru­fat-ı ce­la­li­ye­si­ni ve te­cel­li­yat-ı ce­ma­li­ye­si­ni an­dı­rır, ha­tır­lat­tı­rır bir za­man­dır.

  Hem şu kâ­ina­tın Mâlik ve Mu­ta­sar­rıf-ı Ha­ki­kî­si, Mabud ve Mah­bub-u Ha­ki­kî­si o zât ola­bi­lir ki; gece gün­dü­zü, kış ve yazı, dünya ve âhi­re­ti, bir ki­ta­bın sa­hi­fe­le­ri gibi sü­hu­let­le çe­vi­rir, yazar bozar, de­ğiş­ti­rir. Bütün bun­la­ra hük­me­der bir Ka­dîr-i Mut­lak ol­du­ğu­nu isbat eden bir va­zi­yet­tir.

   İşte ni­ha­yet­siz âciz, zaîf, hem ni­ha­yet­siz fakir, muh­taç, hem ni­ha­yet­siz bir is­tik­bal zu­lü­ma­tı­na dal­mak­ta, hem ni­ha­yet­siz hâ­di­sat için­de çal­kan­mak­ta olan ruh-u beşer

> yatsı na­ma­zı­nı kıl­mak için şu ma­na­da­ki işâ’da İbra­him­va­ri لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ
“Gece bastırınca İbrahim bir yıldız gördü, ‘Rabbim budur!’ dedi. Yıldız sönünce de, ‘Ben öyle sönüp batanları tanrı diye sevmem’ (dedi).” En’âm Sûresi, 6:76.
deyip

> Ma­bud-u Lem­ye­zel, Mah­bub-u La­ye­zal’in der­gâ­hı­na namaz ile il­ti­ca edip

> ve şu fâni âlem­de ve fâni ömür­de ve ka­ran­lık dün­ya­da ve ka­ran­lık is­tik­bal­de, bir Bâ­ki-i Ser­me­dî ile mü­na­cat edip bir par­ça­cık bir soh­bet-i bâ­ki­ye, bir­kaç da­ki­ka­cık bir ömr-ü bâki için­de dün­ya­sı­na nur ser­pecek, is­tik­ba­li­ni ışık­lan­dı­ra­cak, mev­cu­da­tın ve ah­ba­bı­nın firak ve ze­va­lin­den neş’et eden ya­ra­la­rı­na mer­hem sü­recek olan Rah­man-ı Rahîm’in il­ti­fat-ı rah­me­ti­ni ve nur-u hi­da­ye­ti­ni görüp is­te­mek;

> hem mu­vak­ka­ten onu unu­tan ve giz­le­nen dün­ya­yı, o dahi unu­tup, dert­le­ri­ni kal­bin ağ­la­ma­sıy­la der­gâh-ı rah­met­te döküp;

> hem ne olur ne olmaz, ölüme ben­ze­yen uy­ku­ya gir­me­den evvel, son va­zi­fe-i ubu­di­ye­ti­ni yapıp, yev­mi­ye def­ter-i ame­li­ni hüsn-ü hâ­ti­me ile bağ­la­mak için sa­lâ­te kıyam etmek,

  yani bütün fâni sev­dik­le­ri­ne bedel bir Mabud ve Mah­bub-u Bâki’nin
•  ve bütün di­len­ci­lik et­ti­ği âciz­le­re bedel bir Ka­dîr-i Kerim’in
  ve bütün tit­re­di­ği mu­zır­la­rın şer­rin­den kur­tul­mak için bir Ha­fîz-i Rahîm’in hu­zu­ru­na çık­mak..

> hem Fa­ti­ha ile baş­la­mak, yani bir şeye ya­ra­ma­yan ve ye­rin­de ol­ma­yan nâkıs, fakir mah­luk­la­rı medih ve min­net­tar­lı­ğa bedel, bir Kâ­mil-i Mut­lak ve Ga­niyy-i Mut­lak ve Ra­hîm-i Kerim olan Rabb-ül Âle­mîn’i medh ü sena etmek;

> hem اِيَّاكَ نَعْبُدُ
“(Ey Rabbimiz) ancak Sana kulluk ederiz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
hi­ta­bı­na te­rak­ki etmek, yani kü­çük­lü­ğü, hiç­li­ği, kim­se­siz­li­ği ile be­ra­ber, ezel ve ebed sul­ta­nı olan Mâ­lik-i Yev­mid­din’e in­ti­sa­bıy­la şu kâ­inat­ta naz­dar bir mi­sa­fir ve ehem­mi­yet­li bir va­zi­fe­dar ma­ka­mı­na girip, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.
de­mek­le bütün mah­lu­kat na­mı­na kâ­ina­tın ce­ma­at-ı küb­ra­sı ve cem’iyet-i uz­ma­sın­da­ki ibâ­dât ve is­ti­ana­tı ona tak­dim etmek;

> hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ
“Bizi doğru yola ilet.” Fâtiha Sûresi, 1:6.
de­mek­le, is­tik­bal ka­ran­lı­ğı için­de sa­adet-i ebe­di­ye­ye giden, nu­ra­nî yolu olan sı­rat-ı müs­ta­ki­me hi­da­ye­ti is­te­mek;

> hem şimdi yat­mış ne­ba­tat, hay­va­nat gibi giz­len­miş Gü­neş­ler, hüş­yar yıl­dız­lar, birer nefer mi­sil­lü em­ri­ne mü­sah­har ve bu mi­sa­fir­ha­ne-i âlem­de birer lâm­ba­sı ve hiz­met­kâ­rı olan Zât-ı Zül­ce­lal’in kib­ri­ya­sı­nı dü­şü­nüp “Al­la­hü Ekber” deyip rükûa var­mak;

> hem bütün mah­lu­ka­tın sec­de-i küb­ra­sı­nı dü­şü­nüp, yani şu ge­ce­de yat­mış mah­lu­kat gibi her se­ne­de, her asır­da­ki enva’-ı mev­cu­dat, hattâ Arz, hattâ Dünya, birer mun­ta­zam ordu, belki birer mutî nefer gibi va­zi­fe-i ubu­di­yet-i dün­ye­vi­ye­sin­den emr-i كُنْ فَيَكُونُ
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
ile ter­his edil­di­ği zaman, yani âlem-i gayba gön­de­ril­di­ği vakit, ni­ha­yet in­ti­zam ile ze­val­de gurub sec­ca­de­sin­de “Al­la­hü Ekber” deyip secde et­tik­le­ri;

> hem emr-i كُنْ فَيَكُونُ
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
den gelen bir say­ha-i ihya ve ikaz ile yine ba­har­da kıs­men aynen, kıs­men mis­len haş­ro­lup, kıyam edip, ke­mer­bes­te-i hiz­met-i Mevlâ ol­duk­la­rı gibi, şu in­san­cık on­la­ra ik­ti­da­en o Rah­man-ı Zül­ke­mal’in, o Ra­hîm-i Zül­ce­mal’in bâr-gâh-ı hu­zu­run­da hay­ret-âlûd bir mu­hab­bet, be­ka-âlûd bir mah­vi­yet, iz­zet-âlûd bir te­zel­lül için­de “Al­la­hü Ekber” deyip sü­cu­da git­mek, yani bir nevi mi’raca çık­mak

   demek olan işa na­ma­zı­nı kıl­mak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yük­sek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve mü­na­sib bir va­zi­fe, bir hiz­met, bir ubu­di­yet, bir ciddî ha­ki­kat ol­du­ğu­nu el­bet­te an­la­dın.

   Demek şu beş vakit,

  her­bi­ri birer in­kı­lab-ı azî­min işa­ra­tı
  ve ic­ra­at-ı ce­sî­me-i Rab­ba­ni­ye­nin ema­ra­tı
  ve in’amat-ı kül­li­ye-i İla­hi­ye­nin alâ­ma­tı

     ol­duk­la­rın­dan; borç ve zim­met olan farz na­ma­zın o za­man­la­ra tah­si­si, ni­ha­yet hik­met­tir…

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
"Sen bütün kusurlardan, noksan sıfatlardan, aczden ve şerikten münezzeh olan Sübhânsın. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla bilen Alîm, herşeyi hikmetle yapan Hakîm'sin." Bakara Sûresi, 2:32.
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّمًا لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَ الْعُبُودِيَّةَ لَكَ وَ مُعَرِّفًا لِكُنُوزِ اَسْمَائِكَ وَ تَرْجُمَانًا ِلآيَاتِ كِتَابِ كَائِنَاتِكَ وَ مِرْآتًا بِعُبُودِيَّتِهِ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
Allahım, kullarına Seni nasıl tanıyacaklarını ve Sana nasıl kulluk edeceklerini öğretmek ve isimlerinin hazinelerini tarif etmek üzere, kâinat kitabının âyetlerinin tercümanı ve kulluğuyla Senin cemâl-i rububiyetine bir ayna olarak gönderdiğin zâta, onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm et. Bize ve erkek, kadın bütün mü'minlere merhamet et. Âmin, rahmetinle ey merhamet edenlerin en merhametlisi.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir