Onbeşinci Söz

ONBEŞİNCİ SÖZ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

"And olsun ki, dünya semasını Biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık." Mülk Sûresi, 67:5.

    Ey koz­moğ­raf­ya­nın ruh­suz mes’ele­le­riy­le zihni dar­la­şan ve aklı gö­zü­ne inen ve şu âye­tin aza­met­li sır­rı­nı, o sı­kış­mış zih­nin­de yer­leş­ti­re­me­yen mek­teb­li efen­di!

    Şu âye­tin se­ma­sı­na yedi ba­sa­mak­lı bir mer­di­ven­le çı­kı­la­bi­lir. Gel, be­ra­ber çı­ka­ca­ğız!

BİRİNCİ BASAMAK

     Hakikat ve hikmet ister ki: Zemin gibi, semavatın da kendine münasib sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde o ecnas-ı muhtelifeye, melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir.

     Evet, hakikat öyle iktiza eder. Zira zemin küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahluklardan doldurulması ve arasıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki:

     Şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar hükmünde olan semavat dahi, zîşuur ve zevil-idrak mahluklarla doludur.

   • Onlar dahi ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri
   • ve şu kâinat kitabının mütalaacıları
   • ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.

     Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen tezyinat ve mehasin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister.

     Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir.

     Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir.

     Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike enva’ı ve ruhaniyat ecnası lâzımdır.

     Bazı rivayatın işaratıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler.
     Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler.

     Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyurun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler.
     Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.

     Hikmetin iktizası

     Elbette kesafetli topraktan ve küduretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Hâlık’ın, elbette ruha ve hayata münasib şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır.

     Melaike ve ruhaniyatın vücudlarına dair “Nokta” namında bir risalemde ve Yirmidokuzuncu Söz’de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat’iyyetle isbat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.

İKİNCİ BASAMAK

     Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır.

   • Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor.
   • Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.

     Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki: Sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır.

     Evet nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider.
     Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahî ile oraya giderler.

     Madem hıffet ve letafet bulanlar oraya giderler.
     Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve latif bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

     Semanın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüs’at ve nuraniyeti gösterir ki:

     Sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki bütün ahalisi muti’dirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı îcab edecek bir sebeb yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.

     Evet zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış; o sebebden ihtilafat ve ızdırabat düşmüş ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış.

     Şu hakikatın hikmeti şudur ki:

     Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir.
     Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cem’iyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür.

   • İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi’, en bedî’, en âciz, en zaîf ve en latif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi,
   • bütün mu’cizat-ı san’atın meşheri, sergisi
   • ve bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi
   • ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri ve ma’kesi
   • ve hadsiz Hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva’-ı sagiresinde, cevvadane icadın medar ve çarşısı;
   • ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı
   • ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı
   • ve menazır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklidgâhı
   • ve besatîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

     İşte arzın {(Haşiye):

     Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semavata karşı gelebilir. Çünki nasılki daimî bir çeşme, vâridatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir.

     Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek müvazeneye çıkabilir.

     Aynen öyle de:

     Küre-i arz, Cenab-ı Hak onu san’atına bir meşher
     ve icadına bir mahşer
     ve hikmetine medar
     ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher
     ve Cennetine mezraa
     ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek
     ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme

     hükmünde icad etmiş.

     Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al; yani, bütün mazisini hazır farzet. Sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı müvazene et. Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ sırrını anla.

     bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakîm, semavata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor. Mükerreren رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ
“Göklerin ve yerin Rabbi.” Ra’d Sûresi, 13:16; İsrâ Sûresi, 17:102, Kehf Sûresi, 18:14.
der.

     Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tegayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun.

     Hem şu mahdud arz, hadsiz mu’cizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur.

     Madem öyledir,
     elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar. 

DÖRDÜNCÜ BASAMAK

     Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelal’in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve esma-i hüsnası vardır.

     Meselâ: Ashab-ı Nebi safında küffara karşı muharebe etmek için melaikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise,   o isim ve ünvan iktiza eder ki, melaike ile şeyatîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semaviyyîn ve eşrar-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun.

     Evet küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelal, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.

     Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki: Nasılki bir padişahın daire-i hükûmeti itibariyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur.

     Meselâ:

   • Daire-i adliye onu “Hâkim-i Âdil” namıyla yâd eder.
   • Daire-i askeriye onu “Kumandan-ı A’zam” namıyla bilir.
   • Daire-i meşihat onu “Halife” ismiyle zikreder.
   • Daire-i mülkiye onu “Sultan” namıyla tanır.
   • Muti’ ahali ona “Merhametkâr Padişah” derler.
   • Âsi insanlar ona “Kahhar Hâkim” derler.

     Daha bunlara kıyas et.

     İşte bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âlî; âciz, zelil bir âsiyi bir emir ile i’dam etmiyor.

     Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir.

     Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatını biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor.

     Belki haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar; vezirine emreder, ahaliyi temaşaya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır. Muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlîde onu taltif eder, liyakatını ilân eder.

     Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

     İşte وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى
“En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur.” Nahl Sûresi, 16:60.
ezel ve ebed sultanının pek çok esma-i hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve ünvanları vardır.

     Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennem’in vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe’n ise; kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler…

     Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.

BEŞİNCİ BASAMAK

     Madem arzdan semaya gidip gelmek var.
     Semadan arza inip çıkmak oluyor.
     Ehemmiyetli levazımat-ı arziye, oradan gönderiliyor.
     Ve madem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar.

     Elbette ervah-ı habise dahi, ahyarı takliden semavat memleketine gitmeğe teşebbüs edecekler.
     Çünki vücudça letafet ve hıffetleri var.

     Hem şübhesiz tard ve reddedilecekler.
     Çünki mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır.

     Hem bilâşek velâ şübhe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i maneviyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır.
     Çünki saltanat-ı rububiyetin hikmeti iktiza eder ki: Zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın.

   • Nasılki nihayetsiz bahar mu’cizatına yağmuru işaret koymuş
   • ve havarik-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş.
   • Tâ, âlem-i şehadet ehlini işhad etsin.
   • Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin.
   • Yani o koca semavatı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kal’a hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i rububiyetini tefekkür ettirsin.

     Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır.

     Elbette ona bir işaret vardır.
Halbuki hâdisat-ı cevviye ve semaviye içinde şu ilâna münasib hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. Halbuki şu hâdisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka ona münasib bir hikmeti bilinmiyor. Sair hâdisat öyle değil.

     Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem’den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.

ALTINCI BASAMAK

     Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar.

     İşte bunun için Kur’an-ı Kerim, öyle i’cazkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bahir üslûblarla ve öyle gâlî ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki; kâinatı titretir. Meselâ:

     Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız, meseline işaret eden

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ *  فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ *  يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman Salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız da dokunmaz." Rahmân Sûresi, 55:33-35.

âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et.

     Nasıl, ins ve cinnin gayet mağrurane temerrüdlerini, gayet mu’cizane bir belâgatla kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir.

     Güya şu âyetle, hem وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
“…Onları (yıldızları) şeytanlara atılan mermiler yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.
âyetiyle böyle diyor ki:

     “Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey za’f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins!

     Nasıl cesaret edersiniz ki isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan’ın evamirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

     Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti’ askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

     Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibadından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şüvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.

     Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar. Gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

     Evet Kur’anda bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeblerden ileri geliyor.

     Hem bazan kemal-i intizamı ve nihayet-i adli ve gayet-i hilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez.

     Meselâ şu âyete bak:

وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللّهَ هُوَ مَوْلَيهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلئِكَةُ بَعْدَ ذلِكَ ظَهِيرٌ

"Eğer (siz iki hanım) Peygambere karşı birbirinize arka çıkarsanız, şüphesiz ki onun dostu Allah'tır, Cebrail'dir ve salih mü'minlerdir. Üstelik melekler de onun yardımcısıdır." Tahrim Sûresi, 66:4.

     Ne kadar Nebi hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var.

     Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebinin azametini ve iki zaîfenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini, rahîmane ifade etmek içindir.

YEDİNCİ BASAMAK

     Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır.

     Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür.
     Hattâ gök yüzünde her parlayana yıldız denilir.

     İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin sema yüzünün murassa’ zînetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır
     ve yıldızların küçük bir nev’ini de, şeyatînin recmine âlet etmiş.

     İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası olabilir:

     Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir.

     İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, muti’ sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir.

     Üçüncüsü: Müzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.

     İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlara birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör!. O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet!.. Biz dahi etmeliyiz ve

رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ  beraber demeliyiz.

"Ey Rabbim, şeytanların yanımda bulunmasından, Sana sığınırım." Mü'minûn Sûresi, 23:98.

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ

"Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kat'î şekilde eserleri görünen hikmet Allah'ındır." (bk. En'âm Sûresi, 6:149.)

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.

***

ONBEŞİNCİ SÖZ’ÜN ZEYLİ

[Yirmialtıncı Mektub’un Birinci Mebhası]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ ٭ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. "Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin." İsrâ Sûresi, 17:44.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

"Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Fussilet Sûresi, 41:36.

HÜCCET-ÜL KUR’AN ALEŞ-ŞEYTAN VE HİZBİHİ…

     İblisi ilzam, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden “Birinci Mebhas”: Bîtarafane muhakeme içinde şeytanın müdhiş bir desisesini kat’î bir surette reddeden bir vakıadır.

     O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemaat’ta yazmıştım. Şöyle ki:

     Bu risalenin te’lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid câmi-i şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

     (1) “Sen, Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak… Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?” dedi.

     Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip, öyle baktım.

     Gördüm ki: Nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’anın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’andan istimdad ettim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münazara başladı.

     Dedim: Ey şeytan! Bîtarafane muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirdlerin, dediğiniz bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünki Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafane muhakeme değildir. Belki, bâtıla tarafgirliktir.

     (2) Şeytan dedi ki: Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farzet, bak.

     Ben dedim: O da olamaz. Çünki münaza’un fîh bir mal bulunsa,

   • eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi isbat etse o alır.
   • Eğer o iki müddeî birbirine gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağribde ise; o vakit kaideten “sahib-ül yed” kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünki ortada bırakmak kabil değildir.

     İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenab-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır.

     İşte, seradan süreyyaya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.

     Hem ortası yoktur. Çünki vücud ve adem gibi ve nakîzeyn gibi iki zıddırlar. Ortası olamaz.

     Öyle ise Kur’an için sahib-ül yed, taraf-ı İlahîdir.
     Öyle ise onun elinde kabul edilip, öylece delail-i isbata bakılacak.

     Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün bürhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz.

     Heyhat! Binler berahin-i kat’iyyenin mıhlarıyla Arş-ı A’zam’a çakılan bu muazzam pırlantayı hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip (onu) düşürebilir?

     İşte ey şeytan! Senin rağmına ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatlı muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur’ana karşı imanını ziyadeleştirirler.

     Senin ve şakirdlerinin gösterdiği yol ise: Bir kerre beşer kelâmı farzedilse, yani arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metanetinde birtek bürhan lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Tâ küfrün zulümatından kurtulup, imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için senin desisen ile şu zamanda, bîtarafane muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar…

     (3) Şeytan döndü ve dedi: Kur’an beşer kelâmına benziyor, onların muhaveresi tarzındadır. Demek, beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

     Cevaben dedim: Nasılki Peygamberimiz, mu’cizatından ve hasaisinden başka, ef’al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve muti’ olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza… Herbir ahval ve etvarında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine ef’aliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvarında hârikulâde olsa idi, bizzât her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşid-i mutlak olamazdı. Bütün ahvaliyle Rahmeten lil-âlemîn olamazdı.

     Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir.
     Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslûbu tarzında olmak zarurî ve kat’îdir. Çünki cin ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hâkeza… Herkes onu merci yapıyor.
     Öyle ise, eğer Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın Tur-i Sina’da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Musa gibi bir ulü-l azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş:

اَهكَذَا كَلاَمُكَ قَالَ اللّهُ لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ

"Senin kelâmın böyle midir?' Allah buyurdu: 'Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim." Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 3:536.

     (4) Şeytan döndü, yine dedi ki: Kur’anın mesaili gibi çok zâtlar o çeşit mes’eleleri din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer, din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?

     Cevaben Kur’anın nuruyla dedim ki:

     Evvelâ, dindar bir adam; din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derecede haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz.

فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ  düsturundan titrer.

"Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?" Zümer Sûresi, 39:32.

     Ve sâniyen, bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece muhaldir.

    Çünki birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler.
    Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine girebilirler.
    Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler.

     Muvakkaten insanları iğfal ederler. Fakat daimî iğfal edemezler.

     Çünki ehl-i dikkat nazarında alâküllihal etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek. Hilesi devam etmeyecek.

     Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.

İşte, hâşâ yüzbin defa hâşâ!.. Kur’an, beşer kelâmı farzedildiği vakit:

   • Nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasad ehline görünsün..
   • hem bir sinek bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz, temaşa ehline göstersin..
   • hem sahtekâr, âmi bir nefer; namdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin..
   • hem müfteri, yalancı itikadsız bir adam; müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mu’tekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın!..

     Bu ise yüz derece muhaldir. Ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Öyle de farzetmek dahi, bedihî bir muhali vaki’ farzetmek gibi bir hezeyandır.

     Aynen öyle de: Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek; lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalât telakki edilen “Kitab-i Mübin“in mahiyeti; hâşâ bir yıldız böceği hükmünde tasannu’cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin.

     Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytaniyette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin! Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın!

     Yalnız manen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun. Yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

     Sâlisen: Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek, lâzımgelir ki;

     âsârıyla, tesiratıyla, netaiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede

   • en ruhlu ve hayat-feşan,
   • en hakikatlı ve saadet-resan,
   • en cem’iyetli ve mu’cizbeyan, âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan’ın gizli hakikatı;

     hâşâ muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniatı olsun

     ve yakından onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehalar ondan hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eseri görmesin! Daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun!

     Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber,

     bütün ahvaliyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âlî haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zâtı; en emniyetsiz, en ihlassız, en itikadsız farzetmekle, muzaaf bir muhali vaki’ görmek gibi şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir.

     Çünki şu mes’elenin ortası yoktur.

     Zira farz-ı muhal olarak Kur’an Kelâmullah olmazsa, arştan zemine düşer gibi sukut eder. Ortada kalmaz. Mecma-i hakaik iken, menba-ı hurafat olur.

     Ve o hârika fermanı gösteren Zât, -hâşâ sümme hâşâ- eğer Resulullah olmazsa; a’lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemalât derecesinden maden-i desais makamına düşmek lâzımgelir. Ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen en edna bir dereceye düşer. Bir sineği, daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mes’ele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin.

     Râbian: Hem Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek lâzımgelir ki; nev’-i benî-Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) mukaddes kumandanı olan Kur’an, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nafiz emirleriyle o pek büyük orduyu, iki cihanı fethedecek bir derecede

   1. bir intizam verdiği
   2. ve bir inzibat altına aldığı
   3. ve maddî-manevî teçhiz ettiği
   4. ve umum o efradın derecatına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir ve aza ve cevarihlerini istimal ve istihdam ettiği halde; (hâşâ, yüzbin defa hâşâ) kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farzedip yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber..

   1. müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakk’ın kanunlarını benî-Âdeme ders  veren
   2. ve samimî ef’aliyle hakikatın düsturlarını beşere talim eden
   3. ve hâlis ve makul akvaliyle istikametin ve saadetin usûllerini gösteren ve tesis eden
   4. ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle Allah’ın azabından çok havf eden
   5. ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren
   6. ve nev’-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üçyüzelli sene kemal-i haşmet ile kumandanlık eden
   7. ve cihanı velveleye veren
   8. ve şöhretşiar şuunatıyla nev’-i beşerin belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir Zâtı; -hâşâ, yüzbin defa hâşâ- sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez ve haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farzetmekle yüz derece muhali birden irtikâb etmek lâzım gelir.

     Çünki şu mes’elenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal olarak Kur’an Kelâmullah olmazsa; arştan düşse, ortada kalamaz. Belki yerde yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzımgelir.

     Bu ise ey şeytan! Yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

     (5) Şeytan döndü, dedi: Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’anı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.

     Elcevab: Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

     Sâniyen: Hem tebaî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal bir şey, mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. Ay’ı gördüm demiş. İşte muhaldir ki; hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat kasden ve bizzât Ay’a baktığı ve o saçı tebaî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için o muhali mümkün telakki etmiş.

     Sâlisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

     Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

     Amma inkâr ise; o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir. Bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur.

     Hem ey şeytan! Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalalet ve safsata ve inad ve mugalata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle çok muhalatı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun!

     Râbian: Hem Kur’anı, kelâm-ı beşer farzetmek, lâzımgelir ki:

   1. Âlem-i insaniyetin semavatında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden
   2. ve bilbedahe mütemadiyen hakk u hakkaniyeti, sıdk u sadakati, emn ü emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemale talim eden
   3. ve erkân-ı imaniyenin hakaikıyla ve erkân-ı İslâmiyenin desatiriyle iki cihanın saadetini temin eden
   4. ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve safi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı; kendi evsafının ve tesiratının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip, -hâşâ sümme hâşâ- bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak; sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şeni’ bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber;

   1. izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle
   2. ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvasının ve hâlis ve safi ubudiyetinin delaletiyle
   3. ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenenin iktizasıyla
   4. ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatın ve sahib-i kemalâtın tasdikiyle…… en mu’tekid, en metin, en emin, en sadık bir Zâtı, -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farzetmek; muhalatın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalaletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâb etmek lâzımgelir.

     Elhasıl: Ondokuzuncu Mektub’un Onsekizinci İşaretinde denildiği gibi;

     nasıl kulaklı ami tabakası i’caz-ı Kur’an fehminde demiş: Kur’an, bütün dinlediğim ve dünyada mevcud kitablara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.

   • Öyle ise ya Kur’an umumunun altındadır veya umumunun fevkinde bir derecesi vardır.
   • Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman hattâ şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise Kur’an, umum kitabların fevkindedir. Öyle ise mu’cizedir.

     Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ü taksim denilen en kat’î bir hüccetle deriz: Ey şeytan ve ey şeytanın şakirdleri!

    Kur’an, ya arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- yerde sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir.
   • Bu ise ey şeytan, sâbık hüccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemiyeceksin. Öyle ise bizzarure ve bilâşübhe Kur’an, Hâlık-ı Kâinat’ın kelâmıdır. Çünki ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasılki kat’î bir surette isbat ettik. Sen de gördün ve dinledin.

  Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, ya Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmeli ve bütün mahlukatın efdalidir veyahut -hâşâ yüzbin defa hâşâ- Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikadsız, esfel-i safilîne sukut etmiş bir beşer farzetmek (Haşiye) lâzımgelir ki:

     Kur’an-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını ibtal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalaletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için şu tabiratı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmağa mecbur oldum.

   • Bu ise ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünki bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsidleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) çok akıllı idi. Çok güzel ahlâklı idi.”

     Madem şu mes’ele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahib çıkmıyor ve madem kat’î hüccetlerle isbat ettik ki, ortası yoktur.

     Elbette bizzarure senin ve hizb-üş şeytanın rağmına olarak bilbedahe ve bihakkalyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün Resullerin ekmelidir, bütün mahlukatın efdalidir.

عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ

Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir