Sekizinci Söz

SEKİZİNCİ SÖZ

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ٭ اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّهِ اْلاِسْلاَمُ

"Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." Bakara Sûresi, 2:255. "Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." Âl-i İmran Sûresi, 3:19.

•  Şu dünya ve dünya için­de­ki ruh-u in­sa­nî
•  ve in­san­da dinin ma­hi­yet ve kıy­met­le­ri­ni
•  ve eğer din-i hak ol­maz­sa, dünya bir zin­dan ol­ma­sı
  ve din­siz insan, en bed­baht mah­luk ol­du­ğu­nu
  ve şu âle­min tıl­sı­mı­nı açan, ruh-u be­şe­rî­yi zu­lü­mat­tan kur­ta­ran يَا اَللّهُ
Yâ Allah
ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
Allah’tan başka ilah yoktur
ol­du­ğu­nu an­la­mak is­ter­sen; şu tem­si­lî hi­kâ­ye­ci­ğe bak,

***

   Eski za­man­da iki kar­deş, uzun bir se­ya­ha­te be­ra­ber gi­di­yor­lar. Git­gi­de tâ yol iki­leş­ti. O iki yol ba­şın­da ciddî bir adamı gör­dü­ler. Ondan sor­du­lar: “Hangi yol iyi­dir?” O dahi on­la­ra dedi ki:

   Sağ yolda kanun ve ni­za­ma te­ba­iyet mec­bu­ri­ye­ti var­dır. Fakat o kül­fet için­de bir em­ni­yet ve sa­adet var­dır.
   Sol yolda ise, ser­bes­ti­yet ve hür­ri­yet var­dır. Fakat o ser­bes­ti­yet için­de bir teh­li­ke ve şe­ka­vet var­dır.
   Şimdi in­ti­hab­da­ki ih­ti­yar siz­de­dir.

***

   Bunu din­le­dik­ten sonra güzel huylu kar­deş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ
Allah’a dayandım ve güvendim
deyip gitti ve nizam ve in­ti­za­ma te­ba­iye­ti kabul etti.

   Ah­lâk­sız ve ser­se­ri olan diğer kar­deş, sırf ser­best­lik için sol yolu ter­cih etti.

   Za­hi­ren hafif, manen ağır va­zi­yet­te giden bu adamı ha­ya­len takib edi­yo­ruz:

  İşte bu adam, de­re­den te­pe­den aşıp, git gide tâ hâlî bir sah­ra­ya girdi.
  Bir­den müd­hiş bir sadâ işit­ti. Baktı ki: Deh­şet­li bir ars­lan, me­şe­lik­ten çıkıp ona hücum edi­yor.
  O da kaçtı. Tâ alt­mış arşın de­rin­li­ğin­de susuz bir ku­yu­ya rast­gel­di. Kor­ku­sun­dan ken­di­ni içine attı.
  Ya­rı­sı­na kadar düşüp, el­le­ri bir ağaca rast­gel­di, ya­pış­tı.
  Ku­yu­nun du­va­rın­da gö­ğer­miş olan o ağa­cın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke mu­sal­lat olup ke­si­yor­lar.
  Yu­ka­rı­ya baktı gördü ki: Ars­lan, nö­bet­çi gibi ku­yu­nun ba­şın­da bek­li­yor.
  Aşa­ğı­ya baktı gördü ki: Deh­şet­li bir ej­der­ha, için­de­dir. Ba­şı­nı kal­dır­mış, otuz arşın yu­ka­rı­da­ki aya­ğı­na ta­kar­rüb etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi ge­niş­tir.
  Ku­yu­nun du­va­rı­na baktı gördü ki: Isı­rı­cı muzır ha­şe­rat, et­ra­fı­nı sar­mış­lar.
  Ağa­cın ba­şı­na baktı gördü ki: Bir incir ağa­cı­dır. Fakat hâ­ri­ka ola­rak muh­te­lif çok ağaç­la­rın mey­ve­le­ri, ce­viz­den nara kadar ba­şın­da ye­miş­le­ri var.

   İşte şu adam, sû’-i feh­min­den, akıl­sız­lı­ğın­dan an­la­mı­yor ki, bu âdi bir iş de­ğil­dir. Bu işler te­sa­dü­fî ola­maz. Bu acib işler için­de garib esrar var. Ve pek büyük bir iş­le­yi­ci var ol­du­ğu­nu in­ti­kal et­me­di.

   Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm va­zi­yet­ten gizli fer­yad u figan et­tik­le­ri halde; nefs-i em­ma­re­si, güya bir şey yok­muş gibi te­ca­hül edip, ruh ve kal­bin ağ­la­ma­sın­dan ku­la­ğı­nı ka­pa­yıp, kendi ken­di­ni al­da­ta­rak, bir bah­çe­de bu­lu­nu­yor gibi o ağa­cın mey­ve­le­ri­ni ye­me­ğe baş­la­dı. Hal­bu­ki o mey­ve­le­rin bir kısmı ze­hir­li ve muzır idi.

   Bir ha­dîs-i kud­sî­de Ce­nab-ı Hak bu­yur­muş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى
Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim. bk. Buhari, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr: 2, 19; Tirmizi, Zühd: 51, Da’avât: 131; İbn-i Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.
  Yani “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” Yani “Kulum beni nasıl ta­nır­sa, onun­la öyle mu­ame­le ede­rim.”

   İşte bu bed­baht adam, sû’-i zan ile ve akıl­sız­lı­ğı ile, gör­dü­ğü­nü âdi ve ayn-ı ha­ki­kat te­lak­ki etti ve öyle de mu­ame­le gördü ve gö­rü­yor ve gö­recek! Ne ölü­yor ki kur­tul­sun, ne de ya­şı­yor, böy­le­ce azab çe­ki­yor. Biz de şu meş’umu, bu azab­da bı­ra­kıp dö­ne­ce­ğiz. Tâ, öteki kar­de­şin ha­li­ni an­la­ya­ca­ğız.

***

   İşte şu mü­ba­rek akıl­lı zât gi­di­yor. Fakat bi­ra­de­ri gibi sı­kın­tı çek­mi­yor. Çünki güzel ah­lâk­lı ol­du­ğun­dan güzel şey­le­ri dü­şü­nür, güzel hül­ya­lar eder. Kendi ken­di­ne ün­si­yet eder.

   Hem bi­ra­de­ri gibi zah­met ve me­şak­kat çek­mi­yor. Çünki ni­za­mı bilir, te­ba­iyet eder, tes­hi­lat görür. Asa­yiş ve em­ni­yet için­de ser­best gi­di­yor.

   İşte bir bah­çe­ye rast­gel­di. İçinde hem güzel çiçek ve mey­ve­ler var. Hem ba­kıl­ma­dı­ğı için mur­dar şey­ler de bu­lu­nu­yor. Kar­de­şi dahi böyle bi­ri­si­ne gir­miş­ti. Fakat mur­dar şey­le­re dik­kat edip meş­gul olmuş, mi­de­si­ni bu­lan­dır­mış. Hiç is­ti­ra­hat et­me­den çıkıp git­miş­ti.

   Bu zât ise, “Her şeyin iyi­si­ne bak” ka­ide­siy­le amel edip mur­dar şey­le­re hiç bak­ma­dı. İyi şey­ler­den iyi is­ti­fa­de etti. Gü­zel­ce is­ti­ra­hat ede­rek çıkıp gi­di­yor.

•  Sonra git­gi­de bu dahi ev­vel­ki bi­ra­de­ri gibi bir sah­ra-i azî­me­ye girdi.
•  Bir­den hücum eden bir ars­la­nın se­si­ni işit­ti. Kork­tu, fakat bi­ra­de­ri kadar kork­ma­dı. Çünki hüsn-ü zan­nıy­la ve güzel fik­riy­le; “Şu sah­ra­nın bir hâ­ki­mi var. Ve bu ars­lan, o hâ­ki­min taht-ı em­rin­de bir hiz­met­kâr ol­ma­sı ih­ti­ma­li var” diye dü­şü­nüp te­sel­li buldu.
  Fakat yine kaçtı. Tâ alt­mış arşın de­rin­li­ğin­de bir susuz ku­yu­ya rast­gel­di, ken­di­ni içine attı.
  Bi­ra­de­ri gibi or­ta­sın­da bir ağaca eli ya­pış­tı; ha­va­da mu­al­lak kaldı.
  Baktı iki hay­van, o ağa­cın iki kö­kü­nü ke­si­yor­lar.
  Yu­ka­rı­ya baktı ars­lan, aşa­ğı­ya baktı bir ej­der­ha gördü. Aynı kar­de­şi gibi bir acib va­zi­yet gördü. Bu dahi te­deh­hüş etti. Fakat kar­de­şi­nin deh­şe­tin­den bin de­re­ce hafif. Çünki güzel ah­lâ­kı, ona güzel fikir ver­miş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel ci­he­ti­ni gös­te­ri­yor.

   İşte bu se­beb­den şöyle dü­şün­dü ki: Bu acib işler, bir­bi­riy­le alâ­ka­dar­dır. Hem bir emir ile ha­re­ket eder­ler gibi gö­rü­nü­yor. Öyle ise, bu iş­ler­de bir tıl­sım var­dır. Evet bun­lar, bir gizli hâ­ki­min em­riy­le dö­ner­ler. Öyle ise ben yal­nız de­ği­lim, o gizli hâkim bana ba­kı­yor; beni tec­rü­be edi­yor, bir mak­sad için beni bir yere sev­ke­dip davet edi­yor.

   Şu tatlı korku ve güzel fi­kir­den bir merak neş’et eder ki: Acaba beni tec­rü­be edip ken­di­ni bana ta­nıt­tır­mak is­te­yen ve bu acib yol ile bir mak­sa­da sev­ke­den kim­dir?

   Sonra, ta­nı­mak me­ra­kın­dan tıl­sım sa­hi­bi­nin mu­hab­be­ti neş’et etti ve şu mu­hab­bet­ten, tıl­sı­mı açmak ar­zu­su neş’et etti ve o ar­zu­dan, tıl­sım sa­hi­bi­ni razı edecek ve ho­şu­na gi­decek bir güzel va­zi­yet almak ira­de­si neş’et etti.

   Sonra ağa­cın ba­şı­na baktı, gördü ki, incir ağa­cı­dır. Fakat ba­şın­da, bin­ler­le ağa­cın mey­ve­le­ri var­dır. O vakit bütün bütün kor­ku­su gitti. Çünki kat’î an­la­dı ki bu incir ağacı, bir lis­te­dir, bir fih­ris­te­dir, bir ser­gi­dir. O mahfî hâkim, bağ ve bos­ta­nın­da­ki mey­ve­le­rin nü­mu­ne­le­ri­ni, bir tıl­sım ve bir mu’cize ile o ağaca tak­mış ve kendi mi­sa­fir­le­ri­ne ihzar et­ti­ği et’imeye birer işa­ret su­re­tin­de o ağacı tez­yin etmiş ol­ma­lı. Yoksa bir tek ağaç, bin­ler ağaç­la­rın mey­ve­le­ri­ni ver­mez.

   Sonra ni­ya­za baş­la­dı. Tâ, tıl­sı­mın anah­ta­rı ona ilham oldu. Ba­ğır­dı ki: “Ey bu yer­le­rin hâ­ki­mi! Senin bah­tı­na düş­tüm. Sana de­ha­let edi­yo­rum ve sana hiz­met­kâ­rım ve senin rı­za­nı is­ti­yo­rum ve seni arı­yo­rum.”

   Ve bu ni­yaz­dan sonra, bir­den ku­yu­nun du­va­rı ya­rı­lıp, şa­ha­ne, nezih ve güzel bir bah­çe­ye bir kapı açıl­dı. Belki ej­der­ha ağzı, o ka­pı­ya in­kı­lab etti ve ars­lan ve ej­der­ha, iki hiz­met­kâr su­re­ti­ni giy­di­ler ve onu içe­ri­ye davet edi­yor­lar. Hattâ o ars­lan, ken­di­si­ne mü­sah­har bir at şek­li­ne girdi.

***

   İşte ey ten­bel nef­sim! Ve ey ha­ya­lî ar­ka­da­şım!
   Ge­li­niz! Bu iki kar­de­şin va­zi­yet­le­ri­ni mü­va­ze­ne ede­lim. Tâ, iyi­lik nasıl iyi­lik ge­ti­rir ve fe­na­lık, nasıl fe­na­lık ge­ti­rir; gö­re­lim, bi­le­lim.

Ba­kı­nız, sol yolun bed­baht yol­cu­su, her vakit ej­der­ha­nın ağ­zı­na gir­me­ye mun­ta­zır­dır; tit­ri­yor ve şu bah­ti­yar ise, mey­ve­dar ve rev­nak­dar bir bah­çe­ye davet edi­lir.

Hem o bed­baht, elîm bir deh­şet­te ve azîm bir korku için­de kalbi par­ça­la­nı­yor ve şu bah­ti­yar ise leziz bir ibret, tatlı bir havf, mah­bub bir ma­ri­fet için­de garib şey­le­ri seyr ü te­ma­şa edi­yor.

Hem o bed­baht, vah­şet ve me’yu­si­yet ve kim­se­siz­lik için­de azab çe­ki­yor. Ve şu bah­ti­yar ise, ün­si­yet ve ümid ve iş­ti­yak için­de te­lez­züz edi­yor.

Hem o bed­baht, ken­di­ni vahşi ca­na­var­la­rın hü­cu­mu­na maruz bir mah­pus hük­mün­de gö­rü­yor ve şu bah­ti­yar ise, bir aziz mi­sa­fir­dir ki, mi­sa­fi­ri ol­du­ğu Mih­man­dar-ı Kerim’in acib hiz­met­kâr­la­rı ile ün­si­yet edip eğ­le­ni­yor.

Hem o bed­baht za­hi­ren leziz, manen ze­hir­li ye­miş­le­ri ye­mek­le aza­bı­nı ta’cil edi­yor. Zira o mey­ve­ler, nü­mu­ne­ler­dir. Tat­ma­ya izin var, tâ asıl­la­rı­na talib olup müş­te­ri olsun. Yoksa, hay­van gibi yut­ma­ya izin yok­tur. Ve şu bah­ti­yar ise tadar, işi anlar. Ye­me­si­ni te’hir eder ve in­ti­zar ile te­lez­züz eder.

Hem o bed­baht, kendi ken­di­ne zul­met­miş. Gün­düz gibi güzel bir ha­ki­ka­tı ve par­lak bir va­zi­ye­ti, ba­si­ret­siz­li­ği ile ken­di­si­ne muz­lim ve zu­lü­mat­lı bir evham, bir ce­hen­nem şek­li­ne ge­tir­miş. Ne şef­ka­te müs­te­hak­tır ve ne de kim­se­den şek­va­ya hakkı var­dır.
   Me­se­lâ: Bir adam, güzel bir bah­çe­de, ah­bab­la­rı­nın or­ta­sın­da, yaz mev­si­min­de hoş bir zi­ya­fet­te­ki keyfe ka­na­at et­me­yip ken­di­ni pis müs­kir­ler­le sar­hoş edip; ken­di­si­ni kış or­ta­sın­da, ca­na­var­lar için­de aç, çıp­lak ta­hay­yül edip ba­ğır­ma­ya ve ağ­la­ma­ya baş­la­sa, nasıl şef­ka­te lâyık değil, kendi ken­di­ne zul­me­di­yor. Dost­la­rı­nı ca­na­var görüp, tah­kir edi­yor.  İşte bu bed­baht dahi öy­le­dir

  Ve şu bah­ti­yar ise, ha­ki­ka­tı görür. Ha­ki­kat ise gü­zel­dir. Ha­ki­ka­tın hüs­nü­nü derk et­mek­le, ha­ki­kat sa­hi­bi­nin ke­ma­li­ne hür­met eder. Rah­me­ti­ne müs­te­hak olur. İşte “Fe­na­lı­ğı ken­din­den, iyi­li­ği Allah’tan bil” olan hükm-ü Kur’anî­nin sırrı zahir olu­yor.

Daha Daha bun­lar gibi sair fark­la­rı mü­va­ze­ne etsen an­la­ya­cak­sın ki: Ev­vel­ki­si­nin nefs-i em­ma­re­si, ona bir ma­ne­vî ce­hen­nem ihzar etmiş. Ve öte­ki­si­nin hüsn-ü ni­ye­ti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü has­le­ti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve sa­ade­te ve par­lak bir fa­zi­le­te ve feyze maz­har etmiş.

***

   Ey nef­sim ve ey nef­sim­le be­ra­ber bu hi­kâ­ye­yi din­le­yen adam!

   Eğer bed­baht kar­deş olmak is­te­mez­sen ve bah­ti­yar kar­deş olmak is­ter­sen, Kur’an’ı dinle ve hük­mü­ne muti ol ve ona yapış ve ah­kâ­mıy­la amel et.

   Şu hi­kâ­ye-i tem­si­li­ye­de olan ha­ki­kat­la­rı eğer feh­met­tin ise; ha­ki­kat-ı dini ve dün­ya­yı ve in­sa­nı ve imanı ona tat­bik ede­bi­lir­sin. Mü­him­le­ri­ni ben söy­le­ye­ce­ğim. İnce­le­ri­ni sen ken­din is­tih­rac et.

•  İşte bak! O iki kar­deş ise, biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâ­lih­tir. Di­ğe­ri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâ­sık­tır
•  ve o iki ta­rîk­ten sağ ise, ta­rîk-i Kur’an ve iman­dır. Sol ise, ta­rîk-ı isyan ve küf­ran­dır.
 Ve o yol­da­ki bahçe ise, cem’iyet-i be­şe­ri­ye ve me­de­ni­yet-i in­sa­ni­ye için­de mu­vak­kat ha­yat-ı iç­ti­ma­iye­dir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şey­ler be­ra­ber bu­lu­nur. Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ
Duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak
ka­ide­siy­le amel eder, se­lâ­met-i kalb ile gider.
•  Ve o sahra ise, şu arz ve dün­ya­dır
 ve o ars­lan ise, ölüm ve ecel­dir
  ve o kuyu ise, be­den-i insan ve za­man-ı ha­yat­tır
 ve o alt­mış arşın de­rin­lik ise, ömr-ü va­sa­tî ve ömr-ü ga­li­bî olan alt­mış se­ne­ye işa­ret­tir
•  ve o ağaç ise, müd­det-i ömür ve mad­de-i ha­yat­tır.
•  Ve o siyah ve beyaz iki hay­van ise, gece ve gün­düz­dür
•  ve o ej­der­ha ise, ağzı kabir olan ta­rîk-ı ber­za­hi­ye ve re­vak-ı uh­re­vî­dir. Fakat o ağız, mü’min için, zin­dan­dan bir bah­çe­ye açı­lan bir ka­pı­dır
•  ve o ha­şe­rat-ı mu­zır­ra ise, mu­si­bat-ı dün­ye­vi­ye­dir. Fakat mü’min için, gaf­let uy­ku­su­na dal­ma­mak için tatlı ika­zat-ı İla­hi­ye ve il­ti­fa­tat-ı Rah­ma­ni­ye hük­mün­de­dir
•  ve o ağaç­ta­ki ye­miş­ler ise, dün­ye­vî ni­met­ler­dir ki; Ce­nab-ı Ke­rim-i Mut­lak, on­la­rı âhi­ret ni­met­le­ri­ne bir liste, hem ihtar edici, hem mü­şa­bih­le­ri, hem Cen­net mey­ve­le­ri­ne müş­te­ri­le­ri davet eden nü­mu­ne­ler su­re­tin­de yap­mış.
•  Ve o ağa­cın bir­li­ğiy­le be­ra­ber muh­te­lif başka başka mey­ve­ler ver­me­si ise, kud­ret-i Sa­me­da­ni­ye­nin sik­ke­si­ne ve ru­bu­bi­yet-i İla­hi­ye­nin hâ­te­mi­ne ve sal­ta­nat-ı ulu­hi­ye­tin tur­ra­sı­na işa­ret­tir.

   Çünki “Bir tek şey­den her şeyi yap­mak” yani bir top­rak­tan bütün ne­ba­tat ve mey­ve­le­ri yap­mak; hem bir sudan bütün hay­va­na­tı hal­ket­mek; hem basit bir ye­mek­ten bütün ci­ha­zat-ı hay­va­ni­ye­yi icad etmek;

   bu­nun­la be­ra­ber “Her şeyi bir tek şey yap­mak” yani zî­ha­ya­tın ye­di­ği gayet muh­te­lif-ül cins ta­am­lar­dan o zî­ha­ya­ta bir lahm-ı mah­sus yap­mak, bir cild-i basit do­ku­mak gibi san’atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sul­tan-ı Ezel ve Ebed’in sik­ke-i hâs­sa­sı­dır, hâ­tem-i mah­su­su­dur, tak­lid edil­mez bir tur­ra­sı­dır.

   Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yap­mak; her şeyin Hâ­lı­kı­na has ve Ka­dir-i Küll-i Şey’e mah­sus bir ni­şan­dır, bir âyet­tir.

•  Ve o tıl­sım ise, sırr-ı iman ile açı­lan sırr-ı hik­met-i hil­kat­tir
•  ve o mif­tah ise,

يَا اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ

Ey Kendisinden başka ilâh olmayan Allah!

اَللّه لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ dur

"Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." Bakara Sûresi, 2:255.

•  Ve o ej­der­ha ağzı bahçe ka­pı­sı­na in­kı­lab et­me­si ise, işa­ret­tir ki
   Kabir ehl-i da­la­let ve tuğ­yan için vah­şet ve nis­yan için­de zin­dan gibi sı­kın­tı­lı ve bir ej­der­ha batnı gibi dar bir me­za­ra açı­lan bir kapı ol­du­ğu halde,
   ehl-i Kur’an ve iman için zin­dan-ı dün­ya­dan bos­tan-ı be­ka­ya ve mey­dan-ı im­ti­han­dan rav­za-i Ci­na­na ve zah­met-i ha­yat­tan rah­met-i Rah­man’a açı­lan bir ka­pı­dır
•  ve o vahşi ars­la­nın dahi munis bir hiz­met­kâ­ra dön­me­si ve mü­sah­har bir at ol­ma­sı ise, işa­ret­tir ki
   Mevt, ehl-i da­la­let için bütün mah­bu­ba­tın­dan elîm bir fi­rak-ı ebe­dî­dir.

   Hem kendi cen­net-i kâ­zi­be-i dün­ye­vi­ye­sin­den ihraç ve vah­şet ve yal­nız­lık için­de zin­dan-ı me­za­ra idhal ve hapis ol­du­ğu halde,
   ehl-i hi­da­yet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme git­miş eski dost ve ah­bab­la­rı­na ka­vuş­ma­ya ve­si­le­dir.
   Hem ha­ki­kî va­tan­la­rı­na ve ebedî ma­kam-ı sa­adet­le­ri­ne gir­me­ye va­sı­ta­dır.
   Hem zin­dan-ı dün­ya­dan bos­tan-ı Ci­na­na bir da­vet­tir.
   Hem Rah­man-ı Rahîm’in faz­lın­dan kendi hiz­me­ti­ne mu­ka­bil ahz-ı ücret et­me­ye bir nö­bet­tir.
   Hem va­zi­fe-i hayat kül­fe­tin­den bir ter­his­tir.
   Hem ubu­di­yet ve im­ti­ha­nın talim ve ta­li­ma­tın­dan bir pay­dos­tur.

   El­ha­sıl: Her kim ha­yat-ı fâ­ni­ye­yi esas mak­sad yapsa, za­hi­ren bir Cen­net için­de olsa da manen ce­hen­nem­de­dir

   ve her kim ha­yat-ı bâ­ki­ye­ye ciddî mü­te­vec­cih ise, sa­adet-i dâ­rey­ne maz­har­dır. Dün­ya­sı ne kadar fena ve sı­kın­tı­lı olsa da; Dün­ya­sı­nı, Cen­net’in in­ti­zar sa­lo­nu hük­mün­de gör­dü­ğü için hoş görür, ta­ham­mül eder, sabır için­de şük­re­der…

اَللّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَ السَّلاَمَةِ وَ الْقُرْآنِ وَ اْلاِيمَانِ آمِينْ

Allah'ım, bizi saadet, selâmet, Kur'ân ve iman ehlinden eyle Âmin. 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَ ارْحَمْنَا وَ وَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Allahım, Efendimiz Muhammed'e ve âline ve ashâbına, Kur'ân'ın ilk indiği günden kıyametin kopmasına kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarında Rahmân'ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri sayısınca salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü'minlere rahmetinle merhamet et, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir