Yedinci Söz

YEDİNCİ SÖZ

1 Şu kâ­ina­tın tıl­sım-ı muğ­la­kı­nı açan

آمَنْتُ بِاللّهِ     وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ

Allah’ın varlığına ve birliğine ve âhiret gününe îmân ettim.

ruh-u beşer için sa­adet ka­pı­sı­nı fet­he­den ne kadar kıy­met­dar iki tıl­sım-ı müş­kil-kü­şa ol­du­ğu­nu

2 Ve sabır ile Hâ­lı­kı­na te­vek­kül ve il­ti­ca ve şükür ile Rez­za­kın­dan sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tir­yak gibi iki ilâç ol­du­ğu­nu;

3 Ve Kur’an’ı din­le­mek, hük­mü­ne in­kı­yad etmek, na­ma­zı kıl­mak, ke­ba­iri terk etmek; ebed-ül âbâd yol­cu­lu­ğun­da ne kadar mühim, de­ğer­li rev­nak­dar bir bilet, bir zâd-ı âhi­ret, bir nur-u kabir ol­du­ğu­nu

   an­la­mak is­ter­sen; şu tem­si­lî hi­kâ­ye­ci­ğe bak, dinle:

   Bir zaman bir asker, mey­dan-ı harb ve im­ti­han­da, kâr ve zarar de­ve­ra­nın­da pek müd­hiş bir va­zi­ye­te düşer. Şöyle ki:

  Sağ ve sol iki ta­ra­fın­dan deh­şet­li derin iki yara ile ya­ra­lı.
  Ve ar­ka­sın­da cesîm bir ars­lan, ona sal­dır­mak için bek­li­yor gibi du­ru­yor.
  Ve gözü önün­de bir da­ra­ğa­cı di­kil­miş, bütün sev­dik­le­ri­ni asıp mah­ve­di­yor, onu da bek­li­yor.
  Hem bu hali ile be­ra­ber uzun bir yol­cu­lu­ğu var, nef­ye­di­li­yor.

***

   O bî­ça­re, şu deh­şet için­de, me’yu­sa­ne dü­şü­nür­ken;

   Sağ ci­he­tin­de

  Hızır gibi bir ha­yır­hah, nu­ra­nî bir zât

   peyda olur. Ona der: “Me’yus olma.

1 Sana iki tıl­sım verip öğ­re­te­ce­ğim.
   Gü­zel­ce is­ti­mal etsen, o ars­lan, sana mü­sah­har bir at
   Hem o da­ra­ğa­cı, sana keyif ve te­nez­züh için hoş bir sa­lın­ca­ğa döner.
2 Hem sana iki ilâç ve­re­ce­ğim.
   Gü­zel­ce is­ti­mal etsen; o iki mü­te­af­fin ya­ra­la­rın, iki güzel ko­ku­lu Gül-ü Mu­ham­me­dî (Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm) de­ni­len latif çi­çe­ğe in­kı­lab eder­ler.
3 Hem sana bir bilet ve­re­ce­ğim.
   Onun­la, uçar gibi bir se­ne­lik bir yolu, bir günde ke­ser­sin.

   İşte eğer inan­mı­yor­san, bir parça tec­rü­be et. Tâ doğru ol­du­ğu­nu an­la­ya­sın.”

   Ha­ki­ka­ten bir parça tec­rü­be etti. Doğru ol­du­ğu­nu tas­dik etti.
   Evet ben, yani şu bî­ça­re Said dahi bunu tas­dik ede­rim. Çünki biraz tec­rü­be ettim, pek doğru gör­düm.

***

   Bun­dan sonra bir­den gördü ki:

   Sol ci­he­tin­den

  Şey­tan gibi des­sas, ayyaş al­da­tı­cı bir adam,

   çok zî­net­ler, süslü su­ret­ler, fan­ta­zi­ye­ler,  müs­kir­ler be­ra­ber ol­du­ğu halde geldi.
   Kar­şı­sın­da durdu. Ona dedi: – Hey ar­ka­daş!

•  Gel gel, be­ra­ber işret edip key­fe­de­lim.
•  Şu güzel kız su­ret­le­ri­ne ba­ka­lım.
•  Şu hoş şar­kı­la­rı din­le­ye­lim.
•  Şu tatlı ye­mek­le­ri yi­ye­lim.

1 Sual: Hâ hâ, nedir ağ­zın­da gizli oku­yor­sun? 
   Cevab: Bir tıl­sım.
 – Bırak şu an­la­şıl­maz işi. Hazır key­fi­mi­zi boz­ma­ya­lım.
2 Sual: Hâ, şu el­le­rin­de­ki nedir?
   Cevab: Bir ilâç.
 – At şunu. Sağ­lam­sın. Neyin var. Alkış za­ma­nı­dır.
3 Sual: Hâ, şu beş ni­şan­lı kâğıt nedir? 
   Cevab: Bir bilet. Bir ta­yi­nat se­ne­di.
 – Yırt bun­la­rı. Şu güzel bahar mev­si­min­de yol­cu­luk bizim ne­mi­ze lâzım! der.

   Her­bir de­si­se ile onu iknaa ça­lı­şır. Hattâ o bî­ça­re, ona biraz mey­le­der. Evet, insan al­da­nır. Ben de öyle bir des­sa­sa al­dan­dım.

***

   Bir­den sağ ci­he­tin­den ra’d gibi bir ses gelir.

•  Der: “Sakın al­dan­ma. Ve o des­sa­sa de ki:
  Eğer ar­kam­da­ki ars­la­nı öl­dü­rüp,
  önüm­de­ki da­ra­ğa­cı­nı kal­dı­rıp,
  sağ ve so­lum­da­ki ya­ra­la­rı def’edip
  pe­şim­de­ki yol­cu­lu­ğu men’edecek bir çare sende varsa, bu­lur­san; haydi yap, gös­ter, gö­re­lim.
  Sonra de: Gel key­fe­de­lim.
  Yoksa sus hey ser­sem!. Tâ Hızır gibi bu zât-ı se­ma­vî de­di­ği­ni desin.”

***

   İşte ey genç­li­ğin­de gül­müş, şimdi gül­dü­ğü­ne ağ­la­yan nef­sim!

  Bil: O bî­ça­re asker ise, sen­sin ve in­san­dır.
  Ve o ars­lan ise, ecel­dir.
  Ve o da­ra­ğa­cı ise, ölüm ve zeval ve fi­rak­tır ki; gece gün­dü­zün dön­me­sin­de her dost veda eder, kay­bo­lur.
  Ve o iki yara ise, bi­ri­si müz’ic ve had­siz bir acz-i be­şe­rî; di­ğe­ri elîm, ni­ha­yet­siz bir fakr-ı in­sa­nî­dir.
  Ve o nefy ve yol­cu­luk ise, âlem-i er­vah­tan, rahm-ı ma­der­den, sa­ba­vet­ten, ih­ti­yar­lık­tan, dün­ya­dan, ka­bir­den, ber­zah­tan, ha­şir­den, Sırat’tan geçer bir uzun se­fer-i im­ti­han­dır.
  Ve o iki tıl­sım ise, Ce­nab-ı Hakk’a iman ve âhi­re­te iman­dır.

1 Evet şu kudsî tıl­sım ile ölüm; in­san-ı mü’mini, zin­dan-ı dün­ya­dan bos­tan-ı ci­na­na, hu­zur-u Rah­man’a gö­tü­ren bir mü­sah­har at ve burak su­re­ti­ni alır.
   Onun için­dir ki: Ölü­mün ha­ki­ka­tı­nı gören kâmil in­san­lar, ölümü sev­miş­ler. Daha ölüm gel­me­den ölmek is­te­miş­ler.

   Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve da­ra­ğa­cı olan mü­rur-u zaman, o iman tıl­sı­mı ile, Sâni’-i Zül­ce­lal’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’ci­zat-ı nak­şı­nı, ha­va­rık-ı kud­re­ti­ni, te­cel­li­yat-ı rah­me­ti­ni, ke­mal-i lez­zet­le seyr ü te­ma­şa­ya va­sı­ta su­re­ti­ni alır.

   Evet Gü­ne­şin nu­run­da­ki renk­le­ri gös­te­ren âyi­ne­le­rin te­bed­dül edip ta­ze­len­me­si ve si­ne­ma per­de­le­ri­nin de­ğiş­me­si, daha hoş, daha güzel man­za­ra­lar teş­kil eder.

2 Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile te­vek­kül­dür. Hâ­lı­kı­nın kud­re­ti­ne is­ti­nad, hik­me­ti­ne iti­mad­dır.

   Öyle mi? Evet emr-i كُنْ فَيَكُونُ “(Allah birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O sadece) ‘Ol’ der, o da oluverir.” Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82. e mâlik bir Sul­tan-ı Cihan’a acz tez­ke­re­siy­le is­ti­nad eden bir ada­mın ne per­va­sı ola­bi­lir? Zira en müd­hiş bir mu­si­bet kar­şı­sın­da
اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“(Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde,) ‘Biz Allah’ın kullarıyız; yine Ona döneceğiz’ (derler).” Bakara Sûresi, 2:156.

   deyip it­mi­nan-ı kalb ile Rabb-ı Rahîm’ine iti­mad eder.

   Evet ârif-i bil­lah, acz­den, me­ha­fe­tul­lah­tan te­lez­züz eder.

   Evet havf­ta lez­zet var­dır. Eğer bir ya­şın­da­ki bir ço­cu­ğun aklı bu­lun­sa ve ondan sual edil­se: “En leziz ve en tatlı ha­le­tin nedir?”
   Belki di­yecek: “Ac­zi­mi, za’fımı an­la­yıp, vâ­li­de­min tatlı to­ka­tın­dan kor­ka­rak yine vâ­li­de­min şef­kat­li si­ne­si­ne sı­ğın­dı­ğım ha­let­tir.”
   Hal­bu­ki bütün vâ­li­de­le­rin şef­kat­le­ri, ancak bir lem’a-i te­cel­li-i rah­met­tir.

   Onun için­dir ki: Kâmil in­san­lar, aczde ve hav­ful­lah­ta öyle bir lez­zet bul­muş­lar ki; kendi havl ve kuv­vet­le­rin­den şid­det­le te­ber­ri edip, Allah’a acz ile sı­ğın­mış­lar. Aczi ve havfı, ken­di­le­ri­ne şe­fa­at­çı yap­mış­lar.

   Diğer ilâç ise, şükür ve ka­na­at ile taleb ve dua ve Rez­zak-ı Rahîm’in rah­me­ti­ne iti­mad­dır.

   Öyle mi? Evet, bütün yer­yü­zü­nü bir sof­ra-i nimet eden ve bahar mev­si­mi­ni bir çiçek des­te­si yapan ve o sof­ra­nın ya­nı­na koyan ve üs­tü­ne ser­pen bir Cev­vad-ı Kerim’in mi­sa­fi­ri­ne fakr u ih­ti­yaç, nasıl elîm ve ağır ola­bi­lir?

   Belki fakr u ih­ti­ya­cı, hoş bir iş­ti­ha su­re­ti­ni alır. İştiha gibi fak­rın tez­yi­di­ne ça­lı­şır.

   Onun için­dir ki: Kâmil in­san­lar, fakr ile fah­ret­miş­ler.

   Sakın yan­lış an­la­ma! Allah’a karşı fak­rı­nı his­se­dip yal­var­mak de­mek­tir. Yoksa fak­rı­nı halka gös­te­rip, di­len­ci­lik va­zi­ye­ti­ni almak demek de­ğil­dir.

3 Ve o bilet, sened ise; başta namaz ola­rak eda-i fe­ra­iz ve terk-i ke­ba­ir­dir.

   Öyle mi? Evet bütün ehl-i ih­ti­sas ve mü­şa­he­de­nin ve bütün ehl-i zevk ve keş­fin it­ti­fa­kıy­la; o uzun ve ka­ran­lık­lı ebed-ül âbâd yo­lun­da zâd ü za­hî­re, ışık ve burak; ancak Kur’anın eva­mi­ri­ni im­ti­sal ve ne­va­hi­sin­den iç­ti­nab ile elde edi­le­bi­lir.
   Yoksa fen ve fel­se­fe, san’at ve hik­met, o yolda beş para etmez. On­la­rın ışık­la­rı, kab­rin ka­pı­sı­na ka­dar­dır.

***

   İşte ey ten­bel nef­sim!

   Beş vakit na­ma­zı kıl­mak, yedi ke­ba­iri ter­ket­mek; ne kadar az ve rahat ve ha­fif­tir.
   Ne­ti­ce­si ve mey­ve­si ve fa­ide­si ne kadar çok mühim ve büyük ol­du­ğu­nu; aklın varsa, bo­zul­ma­mış ise an­lar­sın.
   Ve fısk ve se­fa­he­te seni teş­vik eden şey­ta­na ve o adama der­sin:

•  Eğer ölümü öl­dü­rüp,
•  ze­va­li dün­ya­dan izale etmek
  ve aczi ve fakrı, be­şer­den kal­dı­rıp
•  kabir ka­pı­sı­nı ka­pa­mak
   ça­re­si varsa, söyle din­le­ye­lim. Yoksa sus.

   Kâ­inat mes­cid-i ke­bi­rin­de Kur’an kâ­ina­tı oku­yor! Onu din­le­ye­lim. O nur ile nur­la­na­lım, hi­da­ye­tiy­le amel ede­lim ve onu vird-i zeban ede­lim.

   Evet söz odur ve ona der­ler.
   Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve ha­ki­ka­tı gös­te­ren ve nu­ra­nî hik­me­ti neş­re­den odur.

اَللّهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ اَللّهُمَّ اَغْنِنَا بِاْلاِفْتِقَارِ اِلَيْكَ وَ لاَ تَفْقُرْنَا بِاْلاِسْتِغْنَاءِ عَنْكَ تَبَرَّاْنَا اِلَيْكَ مِنْ حَوْلِنَا وَ قُوَّتِنَا وَ الْتَجَئْنَا اِلَى حَوْلِكَ وَ قُوَّتِكَ فَاجْعَلْنَا مِنَ الْمُتَوَكِّلِينَ عَلَيْكَ وَ لاَتَكِلْنَا اِلَى اَنْفُسِنَا وَاحْفَظْنَا بِحِفْظِكَ وَارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ وَ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ نَبِيِّكَ وَ صَفِيِّكَ وَ خَلِيلِكَ وَ جَمَالِ مُلْكِكَ وَ مَلِيكِ صُنْعِكَ وَ عَيْنِ عِنَايَتِكَ وَ شَمْسِ هِدَايَتِكَ وَ لِسَانِ حُجَّتِكَ وَ مِثَالِ رَحْمَتِكَ وَ نُورِ خَلْقِكَ وَ شَرَفِ مَوْجُودَاتِكَ وَ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ كَاشِفِ طِلْسِمِ كَائِنَاتِكَ وَ دَلاَّلِ سَلْطَنَةِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ مُبَلِّغِ مَرْضِيَّاتِكَ وَ مُعَرِّفِ كُنُوزِ اَسْمَائِكَ وَ مُعَلِّمِ عِبَادِكَ وَ تَرْجُمَانِ آيَاتِكَ وَمِرْآتِ جَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ مَدَارِ شُهُودِكَ وَ اِشْهَادِكَ وَ حَبِيبِكَ وَ رَسُولِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ وَ عَلَى مَلئِكَتِكَ الْمُقَرَّبِينَ وَ عَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ آمِين

Allahım, kalbimizi iman ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Allahım, kendimizi daima Sana muhtaç olduğumuzu hissetmekle bizi zengin eyle; Senin rahmetine ihtiyaç duymamakla bizi fakir düşürme. Biz kendi güç ve kuvvetimizden vazgeçip Senin güç ve ve kuvvetine sığındık. Sen de bizi, Sana tevekkül edenlerden eyle. Bizi nefsimize terk etme. Bizi hıfzınla koru. Bize, erkek ve kadın bütün mü'minlere rahmet et. Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve salih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir