Onuncu Söz

Onuncu Söz Hakkında Bir Mektup

   Sâ­ni­yen: Bana karşı umu­men dost bir şehir aha­li­sin­den bir müftü, sathî bir na­za­rıy­la, vâhî bazı ten­ki­da­tı, Onun­cu Söz’ün te­fer­ru­at kıs­mı­na etmiş diye Ab­dül­me­cid ya­zı­yor. Ab­dül­me­cid’in ona ver­di­ği ce­vab­lar, iki yer müs­tes­na, mü­te­bâ­ki­si kâ­fi­dir. Fakat iki yerde, o da o zâtın sathî su­ali­ne, sathî ola­rak cevab ver­miş:

   Bi­rin­ci­si: O zât demiş ki: “Onun­cu Söz’ün ha­ki­kat­la­rı mün­kir­le­re karşı değil. Çünki sıfât ve es­ma-i İla­hi­ye­ye bina edil­miş.”

   Ab­dül­me­cid ce­va­bın­da diyor ki: “Mün­kir­le­ri ha­ki­kat­lar­dan ev­vel­ki dört işa­ret­le imana ge­tir­miş, ikrar et­tir­miş. Sonra ha­ki­kat­la­rı din­let­ti­ri­yor.” me­alin­de cevab ver­miş.

   Ha­ki­kî ce­va­bı şudur ki: Her­bir ha­ki­kat, üç şeyi bir­den isbat edi­yor;

   hem Vâ­cib-ül Vücud’un vü­cu­du­nu,
   hem esma ve sı­fâ­tı­nı,
   sonra haşri on­la­ra bina edip isbat edi­yor.

   En mu­an­nid mün­kir­den tâ en hâlis bir mü’mine kadar her­kes her “Ha­ki­kat”tan his­se­si­ni ala­bi­lir. Çünki “Ha­ki­kat”larda mev­cu­da­ta, âsâra na­za­rı çe­vi­ri­yor.

»  Der ki: Bun­lar­da mun­ta­zam ef’al var, mun­ta­zam fiil ise fâ­il­siz olmaz.
»  Öyle ise bir fâili var. İnti­zam ve mizan ile o fâil iş gör­dü­ğü için, hakîm ve âdil olmak lâzım gelir.
»  Madem ha­kîm­dir, abes iş­le­ri yap­maz. Madem ada­let­le iş gö­rü­yor, hu­kuk­la­rı zayi’ etmez.

»  Öyle ise bir mec­ma-i ekber, bir mah­ke­me-i kübra ola­cak.

»  Önce fiil tes­bit edi­li­lir.
»  Sonra o fi­ilin faili hangi esma ile o fiili vü­cu­da çı­kar­dı­ğı tes­bit edi­li­lir.
»  Sonra o es­ma­nın muk­te­za­sı na­za­ra ve­ri­lir.

»  Sonra o muk­te­za ahi­ret­siz ola­ma­ya­ca­ğı isbat edi­lir.

   İşte “Ha­ki­kat”lar bu tarz­da işe gi­riş­miş­ler. Müc­mel ol­du­ğu için üç da­va­yı bir­den isbat edi­yor­lar. Sathî nazar far­ke­de­mi­yor. Zâten o müc­mel “Ha­ki­kat”ların her­bi­ri­si, başka ri­sa­le­ler ve Söz­ler’de ke­mal-i izah­la taf­sil edil­miş.

   Ab­dül­me­cid’in ikin­ci nâkıs ce­va­bı şudur ki:

   O zâtın yan­lış su­ali­ne mü­ma­şat edip, yan­lı­şı­nı kabul et­ti­ği için, yan­lış etmiş. Çünki Onun­cu Söz’ün “Ha­şi­ye”sinde, ism-i a’zam, yal­nız her ismin bir mer­te­be­sin­den iba­ret ol­du­ğu zik­re­dil­me­miş. Belki çok yer­ler­de de­mi­şiz: İsm-i a’zam­dan ve her ismin a’zamî mer­te­be­sin­den te­za­hür eder. İsm-i a’zamı isbat et­mek­le be­ra­ber, her ismin bir mer­te­be-i a’zamı var ki; Re­sul-i Ekrem Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm bun­la­ra maz­har ol­du­ğu gibi haşr-i a’zam da on­la­ra ba­kı­yor.

   Me­se­lâ ism-i Hâlık me­ra­ti­bi, benim Hâ­lı­kım­dan tut, tâ Hâ­lık-ı Küll-i Şey’e kadar olan mer­te­be-i a’zama kadar me­ra­ti­bi var.

Kar­de­şi­niz Said Nursî
Barla La­hi­ka­sı ( 320 – 321 )

ONUNCU SÖZ

HAŞİR BAHSİ

   İhtar: Şu ri­sa­le­ler­de teş­bih ve tem­sil­le­ri, hi­kâ­ye­ler su­re­tin­de yaz­dı­ğı­mın se­be­bi; hem tes­hil, hem ha­ka­ik-i İslâ­mi­ye ne kadar makul, mü­te­na­sib, muh­kem, mü­te­sa­nid ol­du­ğu­nu gös­ter­mek­tir. Hi­kâ­ye­le­rin ma­na­la­rı, son­la­rın­da­ki ha­ki­kat­ler­dir. Ki­na­iyat ka­bî­lin­den yal­nız on­la­ra de­la­let eder­ler. Demek, ha­ya­lî hi­kâ­ye­ler değil, doğru ha­ki­kat­ler­dir.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

"Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir." Rum Sûresi, 30:50.

   Bi­ra­der, haşir ve âhi­re­ti basit ve avam li­sa­nıy­la ve vâzıh bir tarz­da be­ya­nı­nı ister isen, öyle ise şu tem­si­lî hi­kâ­ye­ci­ğe nef­sim­le be­ra­ber bak, dinle:

   Bir zaman iki adam, Cen­net gibi güzel bir mem­le­ke­te (şu dün­ya­ya işa­ret­tir) gi­di­yor­lar. Ba­kar­lar ki: Her­kes ev, hane, dük­kân ka­pı­la­rı­nı açık bı­ra­kıp mu­ha­fa­za­sı­na dik­kat et­mi­yor­lar. Mal ve para, mey­dan­da sa­hib­siz kalır.

   O adam­lar­dan bi­ri­si, her is­te­di­ği şeye elini uza­tıp, ya ça­lı­yor, ya gas­be­di­yor. He­ve­si­ne te­ba­iyet edip her nevi zulmü, se­fa­he­ti ir­ti­kâb edi­yor. Ahali de ona çok iliş­mi­yor­lar.

   Diğer ar­ka­da­şı ona dedi ki: “Ne ya­pı­yor­sun? Ceza çe­ke­cek­sin; beni de be­la­ya so­ka­cak­sın. Bu mal­lar mîrî ma­lı­dır. Bu ahali çoluk ço­cu­ğuy­la asker ol­muş­lar veya memur ol­muş­lar. Şu iş­ler­de sivil ola­rak is­tih­dam edi­li­yor­lar. Onun için sana çok iliş­mi­yor­lar. Fakat in­ti­zam şe­did­dir. Pa­di­şa­hın her yerde te­le­fo­nu var ve me­mur­la­rı bu­lu­nur. Çabuk git, de­ha­let et.” dedi.

   Fakat o ser­sem inad edip dedi: “Yok, mîrî malı değil, belki vakıf ma­lı­dır, sa­hib­siz­dir. Her­kes is­te­di­ği gibi ta­sar­ruf ede­bi­lir. Bu güzel şey­ler­den is­ti­fa­de­yi men’edecek hiç­bir sebeb gör­mü­yo­rum. Gö­züm­le gör­mez­sem inan­ma­ya­ca­ğım.” dedi. Hem fey­le­so­fa­ne çok saf­sa­ti­ya­tı söy­le­di. İkisi ara­sın­da ciddî bir mü­na­za­ra baş­la­dı.

   Ev­ve­lâ o ser­sem dedi: “Pa­di­şah kim­dir? Ta­nı­mam.”

   Sonra ar­ka­da­şı ona ce­va­ben: “Bir köy muh­tar­sız olmaz. Bir iğne us­ta­sız olmaz, sa­hib­siz ola­maz. Bir harf kâ­tib­siz ola­maz, bi­li­yor­sun. Nasıl olu­yor ki, ni­ha­yet de­re­ce­de mun­ta­zam şu mem­le­ket hâ­kim­siz olur?

   Ve bu kadar çok ser­vet ki, her sa­at­te bir şi­men­di­fer {(Ha­şi­ye): Se­ne­ye işa­ret­tir. Evet bahar, mah­zen-i erzak bir va­gon­dur, ga­ib­den gelir.} ga­ib­den gelir gibi kıy­met­tar, mu­san­na’ mal­lar­la dolu gelir. Bu­ra­da dö­kü­lü­yor gi­di­yor. Nasıl sa­hib­siz olur?

   Ve her yerde gö­rü­nen ilân­na­me­ler ve be­yan­na­me­ler ve her mal üs­tün­de gö­rü­nen turra ve sik­ke­ler, dam­ga­lar ve her kö­şe­sin­de sal­la­nan bay­rak­lar nasıl mâ­lik­siz ola­bi­lir?

   Sen an­la­şı­lı­yor ki, bir parça fi­ren­gî oku­muş­sun. Bu İslâm ya­zı­la­rı­nı oku­ya­mı­yor­sun. Hem de bi­len­den sor­mu­yor­sun.

   İşte gel, en büyük fer­ma­nı sana oku­ya­ca­ğım.”

   O ser­sem döndü dedi: “Haydi pa­di­şah var; fakat benim cüz’î is­ti­fa­dem ona ne zarar ve­re­bi­lir, ha­zi­ne­sin­den ne nok­san eder? Hem bu­ra­da hapis mapis yok­tur, ceza gö­rün­mü­yor.”

   Ar­ka­da­şı ona ce­va­ben dedi: “Yahu şu gö­rü­nen mem­le­ket bir ma­nev­ra mey­da­nı­dır. Hem sa­na­yi-i ga­ri­be-i sul­ta­ni­ye­nin meş­he­ri­dir. Hem mu­vak­kat te­mel­siz mi­sa­fir­ha­ne­le­ri­dir. Gör­mü­yor musun ki, her gün bir ka­fi­le gelir, biri gider, kay­bo­lur. Daima dolar bo­şa­nır. Bir zaman sonra şu mem­le­ket teb­dil edi­lecek. Bu ahali başka ve daimî bir mem­le­ke­te nak­le­di­lecek. Orada her­kes hiz­me­ti­ne mu­ka­bil ya ceza, ya mü­kâ­fat gö­recek.” dedi.

   Yine o hain ser­sem, te­mer­rüd edip: “İnan­mam. Hiç müm­kün müdür ki, bu mem­le­ket harab edil­sin; başka bir mem­le­ke­te göç etsin.” dedi.

   Bunun üze­ri­ne emin ar­ka­da­şı dedi: “Madem bu de­re­ce inad ve te­mer­rüd eder­sin. Gel, hadd ü he­sa­bı ol­ma­yan de­la­il için­de On iki Suret ile sana gös­te­re­ce­ğim ki: Bir mah­ke­me-i kübra var, bir dâr-ı mü­kâ­fat ve ihsan ve bir dâr-ı mü­ca­zat ve zin­dan var ve bu mem­le­ket her gün bir de­re­ce bo­şan­dı­ğı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün bo­şa­nıp harab edi­lecek.

Birinci Suret

   Hiç müm­kün müdür ki: Bir sal­ta­nat, bâ­hu­sus böyle muh­te­şem bir sal­ta­nat, hüsn-ü hiz­met eden mu­ti­le­re mü­kâ­fa­tı ve isyan eden­le­re mü­ca­za­tı bu­lun­ma­sın. Bu­ra­da yok hük­mün­de­dir.

   Demek başka yerde bir mah­ke­me-i kübra var­dır.

İkinci Suret

»  Bu gi­di­şa­ta, ic­ra­ata bak! Nasıl en fakir, en za­îf­ten tut, tâ her­ke­se mü­kem­mel, mü­kel­lef erzak ve­ri­li­yor; kim­se­siz has­ta­la­ra çok güzel ba­kı­lı­yor.
   Hem gayet kıy­met­dar ve şa­ha­ne ta­am­lar, kap­lar, mu­ras­sa’ ni­şan­lar, mü­zey­yen el­bi­se­ler, muh­te­şem zi­ya­fet­ler var­dır.

» Bak senin gibi ser­sem­ler­den başka, her­kes va­zi­fe­si­ne gayet dik­kat eder. Kimse zer­re­ce had­din­den te­ca­vüz etmez.
   En büyük şahıs, en büyük bir ita­at­le mü­te­va­zi­ane bir havf ve hey­bet al­tın­da hiz­met eder.

FiiL

»  Demek şu sal­ta­nat sa­hi­bi­nin pek büyük bir ke­re­mi, pek geniş bir mer­ha­me­ti var.
»  Hem pek büyük iz­ze­ti, pek ce­lal­li bir hay­si­ye­ti, na­mu­su var­dır.

ESMA

»  Hal­bu­ki kerem ise, in’am etmek ister. Mer­ha­met ise, ih­san­sız ola­maz.
»  İzzet ise gay­ret ister. Hay­si­yet ve namus ise, edeb­siz­le­rin te’di­bi­ni ister.

MUKTEZA

   Hal­bu­ki şu mem­le­ket­te o mer­ha­met, o na­mu­sa lâyık bin­den biri ya­pıl­mı­yor. Zalim iz­ze­tin­de, maz­lum zil­le­tin­de kalıp bu­ra­dan göçüp gi­di­yor­lar.

   Demek bir mah­ke­me-i küb­ra­ya bı­ra­kı­lı­yor…

AHİRET

Üçüncü Suret

»  Bak ne kadar âlî bir hik­met, bir in­ti­zam­la işler dö­nü­yor.
»  Hem ne kadar ha­ki­kî bir ada­let, bir mi­zan­la mu­ame­le­ler gö­rü­lü­yor.

»  Hal­bu­ki hik­met-i hü­kû­met ise, sal­ta­na­tın ce­nah-ı hi­ma­ye­si­ne il­ti­ca eden mül­te­ci­le­rin tal­ti­fi­ni ister.
»  Ada­let ise, ra­iye­tin hu­ku­ku­nun mu­ha­fa­za­sı­nı ister; tâ hü­kû­me­tin hay­si­ye­ti, sal­ta­na­tın haş­me­ti mu­ha­fa­za edil­sin.

   Hal­bu­ki şu yer­ler­de o hik­me­te, o ada­le­te lâyık bin­den biri icra edil­mi­yor. Senin gibi ser­sem­ler, çoğu ceza gör­me­den bu­ra­dan göçüp gi­di­yor­lar.

   Demek bir mah­ke­me-i küb­ra­ya bı­ra­kı­lı­yor…

Dördüncü Suret

» Bak hadd ü he­sa­ba gel­me­yen şu ser­gi­ler­de olan mi­sil­siz mü­cev­he­rat, şu sof­ra­lar­da olan em­sal­siz mat’umat gös­te­ri­yor­lar ki:

» Bu yer­le­rin pa­di­şa­hı­nın had­siz bir se­ha­ve­ti, he­sab­sız dolu ha­zi­ne­le­ri var­dır.

» Hal­bu­ki böyle bir se­ha­vet ve tü­ken­mez ha­zi­ne­ler, daimî ve is­te­ni­len her şey için­de bu­lu­nur bir dâr-ı zi­ya­fet ister.
» Hem ister ki, o zi­ya­fet­ten te­lez­züz eden­ler orada devam et­sin­ler. Tâ zeval ve firak ile elem çek­me­sin­ler. Çünki ze­val-i elem, lez­zet ol­du­ğu gibi, ze­val-i lez­zet dahi elem­dir.

» Bu ser­gi­le­re bak!   Ve şu ilân­la­ra dik­kat et!   Ve bu del­lâl­la­ra kulak ver ki, Mu’ciz­nü­ma bir pa­di­şa­hın an­ti­ka san’at­la­rı­nı teş­kil ve teş­hir edi­yor­lar. Ke­ma­lâ­tı­nı gös­te­ri­yor­lar. Mi­sil­siz ce­mal-i ma­ne­vî­si­ni beyan edi­yor­lar. Hüsn-ü mah­fî­si­nin le­ta­ifin­den bah­se­di­yor­lar.

» Demek onun pek mühim, hay­ret ve­ri­ci ke­ma­lât ve ce­mal-i ma­ne­vî­si var­dır.

» Gizli, ku­sur­suz kemal ise; tak­dir edici, is­tih­san edici, mâ­şâ­al­lah deyip mü­şa­he­de edi­ci­le­rin baş­la­rın­da teş­hir ister.  
» Mahfî, na­zir­siz cemal ise; (1) gö­rün­mek ve (2) gör­mek ister.

   Yani, kendi ce­ma­li­ni iki ve­cih­le gör­mek:

(2) Biri, muh­te­lif âyi­ne­ler­de biz­zât mü­şa­he­de etmek.
(1) Di­ğe­ri, müş­tak se­yir­ci ve mü­te­hay­yir is­tih­san edi­ci­le­rin mü­şa­he­de­si ile mü­şa­he­de etmek ister.

(2) Hem gör­mek, (1) hem gö­rün­mek,
(2) hem daimî mü­şa­he­de, (1) hem ebedî işhad ister.

» Hem o daimî cemal, müş­tak se­yir­ci ve is­tih­san edi­ci­le­rin de­vam-ı vü-cud­la­rı­nı ister. Çünki daimî bir cemal, zâil müş­ta­ka razı ola­maz. Zira dön­me­mek üzere ze­va­le mah­kûm olan bir se­yir­ci, ze­va­lin ta­sav­vu­ruy­la mu­hab­be­ti ada­ve­te döner, hay­ret ve hür­me­ti tah­ki­re mey­le­der. Çünki insan, bil­me­di­ği ve ye­tiş­me­di­ği şeye düş­man­dır.

   Hal­bu­ki şu mi­sa­fir­ha­ne­ler­den her­kes çabuk gidip, kay­bo­lu­yor. O kemal ve o ce­ma­lin bir ışı­ğı­nı belki zayıf bir göl­ge­si­ni, bir anda bakıp doy­ma­dan gi­di­yor.

   Demek bir sey­ran­gâh-ı da­imî­ye gi­di­li­yor…

Beşinci Suret

» Bak bu işler için­de gö­rü­nü­yor ki, o mi­sil­siz zâtın pek büyük bir şef­ka­ti var­dır.

» Çünki her mu­si­bet­ze­de­nin im­da­dı­na koş­tu­ru­yor. Her suale ve mat­lu­ba cevab ve­ri­yor. Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir ra­iyet­ten görse, şef­kat­le kaza edi­yor. Bir ço­ba­nın bir ko­yu­nu, bir ayağı in­cin­se, ya mer­hem, ya bay­tar gön­de­ri­yor.

   Gel gi­de­lim, şu adada büyük bir iç­ti­ma var. Bütün mem­le­ket eş­ra­fı orada top­lan­mış­lar. Bak, pek büyük bir ni­şa­nı ta­şı­yan bir ya­ver-i ekrem bir nutuk oku­yor. O şef­kat­li pa­di­şa­hın­dan bir şey­ler is­ti­yor. Bütün ahali: “Evet, evet biz de is­ti­yo­ruz” di­yor­lar. Onu tas­dik ve teyid edi­yor­lar.

   Şimdi dinle, bu pa­di­şa­hın sev­gi­li­si diyor ki:

  “Ey bizi ni­met­le­riy­le per­ver­de eden sul­ta­nı­mız!
Bize gös­ter­di­ğin nü­mu­ne­le­rin ve göl­ge­le­rin asıl­la­rı­nı, menba’la­rı­nı gös­ter.
Ve bizi ma­karr-ı sal­ta­na­tı­na cel­bet.
Bizi bu çöl­ler­de mah­vet­tir­me.
Bizi hu­zu­ru­na al. Bize mer­ha­met et.
Bu­ra­da bize tat­tır­dı­ğın leziz ni­met­le­ri­ni orada yedir.
Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme.
Sana müş­tak ve mü­te­şek­kir şu muti ra­iye­ti­ni başı boş bı­ra­kıp i’dam etme.” diyor ve pek çok yal­va­rı­yor. Sen de işi­ti­yor­sun.

» Acaba bu kadar şef­kat­li ve kud­ret­li bir pa­di­şah, hiç müm­kün müdür ki; en edna bir ada­mın en edna bir me­ra­mı­nı ehem­mi­yet­le ye­ri­ne ge­tir­sin, en sev­gi­li bir ya­ver-i ek­re­mi­nin en güzel bir mak­su­du­nu ye­ri­ne ge­tir­me­sin?
» Hal­bu­ki o sev­gi­li­nin mak­su­du, umu­mun da mak­su­du­dur.
» Hem pa­di­şa­hın mar­zî­si, hem mer­ha­met ve ada­le­ti­nin muk­te­za­sı­dır.
» Hem ona ra­hat­tır, ağır değil. Bu mi­sa­fir­ha­ne­ler­de­ki mu­vak­kat nüz­het-gâh­lar kadar ağır gel­mez.

   Madem nü­mu­ne­le­ri­ni gös­ter­mek için beş-al­tı gün sey­ran­gâh­la­ra bu kadar mas­raf edi­yor, bu mem­le­ke­ti kurdu.
   El­bet­te ha­ki­kî ha­zi­ne­le­ri­ni, ke­ma­lâ­tı­nı, hü­ner­le­ri­ni ma­karr-ı sal­ta­na­tın­da öyle bir tarz­da gös­te­recek, öyle sey­ran­gâh­lar aça­cak ki, akıl­la­rı hay­ret­te bı­ra­ka­cak.

   Demek bu mey­dan-ı im­ti­han­da olan­lar, başı boş de­ğil­ler; sa­adet sa­ray­la­rı ve zin­dan­lar on­la­rı bek­li­yor­lar…

Altıncı Suret

» İşte gel bak, bu muh­te­şem şi­men­di­fer­ler, tay­ya­re­ler, tec­hi­zat­lar, de­po­lar, ser­gi­ler, ic­ra­at­lar gös­te­ri­yor­lar ki,

» perde ar­ka­sın­da pek muh­te­şem bir sal­ta­nat var­dır, (Ha­şi­ye) hük­me­di­yor.

   Me­se­lâ: Nasıl şu za­man­da ma­nev­ra mey­da­nın­da harb usû­lün­de, “Silâh al, süngü tak.” em­riy­le koca bir ordu baş­tan başa di­ken­li bir me­şe­gâ­ha benze­di­ği gibi;
   her bir bay­ram gü­nün­de resm-i geçit için: “For­ma­la­rı­nı­zı takıp, ni­şanla­rı­nı­zı ası­nız.” em­ri­ne karşı or­du­gâh, se­ra­ser ren­gâ­renk çiçek açmış mü-zey­yen bir bah­çe­yi tem­sil et­ti­ği mi­sil­lü;

   Öyle de rûy-i zemin mey­da­nın­da, Sul­tan-ı Ezelî’nin ni­ha­yet­siz enva’-ı cü-nu­dun­dan melek ve cinn ve ins ve hay­van­lar gibi şu­ur­suz ne­ba­tat ta­ife­si dahi, hıfz-ı hayat ci­ha­dın­da Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile: “Mü­da­faa için si­lâh­la­rı­nı­zı ve ci­ha­za­tı­nı­zı ta­kı­nız.” emr-i İla­hî­yi al­dık­la­rı vakit, zemin baş­tan aşa­ğı­ya bütün on­da­ki di­ken­li ağaç­lar ve ne­bat­lar sün­gü­cük­le­ri­ni tak­tık­la­rı zaman, aynen sün­gü­le­ri­ni tak­mış muh­te­şem bir or­du­gâ­ha ben­zi­yor.

   Hem ba­ha­rın her­bir günü, her­bir haf­ta­sı, birer ta­ife-i ne­ba­ta­tın birer bay­ra­mı hük­mün­de ol­du­ğu için, her­bir ta­ife­si dahi kendi Sul­ta­nı­nın o ta­ife-ye ihsan et­ti­ği güzel he­di­ye­le­ri teş­hir için ona tak­tı­ğı mu­ras­sa’ ni­şan­la­rı birer resm-i geçit tar­zın­da o Sul­tan-ı Ezelî’nin na­zar-ı şuhud ve iş­ha­dı­na ar­zet­ti­ğin­den ve öyle bir va­zi­yet gös­ter­di­ğin­den, bütün ne­ba­tat ve eşcar güya “San’at-ı Rab­ba­ni­ye mu­ras­sa­atı­nı ve çiçek ve meyve de­ni­len fıt­rat-ı İla­hi­ye­nin ni­şan­la­rı­nı ta­kı­nız, çi­çek­ler açı­nız.” emr-i Rab­ba­ni­ye­yi din­li­yorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muh­te­şem bir bay­ram gü­nün­de, şa­ha­ne resm-i ge­çit­te, sür­me­li for­ma­la­rı ve mu­ras­sa’ ni­şan­la­rı par­la­yan bir or­du­gâ­hı tem­sil edi­yor.

   İşte şu de­re­ce hik­met­li ve in­ti­zam­lı teç­hi­zat ve tez­yi­nat; el­bet­te ni­ha­yet­siz kadîr bir sul­ta­nın, ni­ha­yet de­re­ce­de hakîm bir hâ­ki­min em­riy­le ol­du­ğu­nu kör ol­ma­yan­la­ra gös­te­rir.

» Böyle bir sal­ta­nat, ken­di­si­ne lâyık bir ra­iyet ister.

–  Hal­bu­ki gö­rü­yor­sun, bütün ra­iyet bu mi­sa­fir­ha­ne­de top­lan­mış­lar.
   Mi­sa­fir­ha­ne ise her gün dolar, bo­şa­nır.

–  Hem bütün ra­iyet ma­nev­ra için bu mey­dan-ı im­ti­han­da bu­lu­nu­yor­lar.
   Mey­dan ise, her saat teb­dil edi­li­yor.

–  Hem bütün ra­iyet, pa­di­şa­hın kıy­met­tar ih­sa­na­tı­nın nü­mu­ne­le­ri­ni ve hâ­ri­ka san’at­la­rı­nın an­ti­ka­la­rı­nı ser­gi­ler­de te­ma­şa etmek için şu teş­hir­gâh­ta bir­kaç da­ki­ka durup sey­re­di­yor­lar.
   Meş­her ise, her da­ki­ka ta­hav­vül edi­yor. Giden gel­mez, gelen gider.

   İşte bu hal, şu va­zi­yet kat’î gös­te­ri­yor ki: Şu mi­sa­fir­ha­ne ve şu mey­dan ve şu meş­her­le­rin ar­ka­sın­da daimî sa­ray­lar, müs­te­mir mes­ken­ler, şu nü­mu­ne­le­rin ve su­ret­le­rin hâlis ve yük­sek asıl­la­rıy­la dolu bağ ve ha­zine­ler var­dır.

   Demek bu­ra­da ça­ba­la­mak onlar için­dir. Şu­ra­da ça­lış­tı­rır, orada ücret verir. Her­ke­sin is­ti­da­dı­na göre orada bir sa­ade­ti var…

Yedinci Suret

   Gel, bir parça ge­ze­lim. Şu me­de­nî ahali için­de ne var, ne yok gö­re­lim.

» İşte bak! Her yerde, her kö­şe­de, mü­te­ad­did fo­toğ­raf­lar ku­rul­muş, suret alı­yor­lar.
» Bak, her yerde mü­te­ad­did kâ­tib­ler otur­muş­lar, bir şey­ler ya­zı­yor­lar. Her şeyi kay­de­di­yor­lar. En ehem­mi­yet­siz bir hiz­me­ti, en âdi bir vu­kua-tı zab­te­di­yor­lar.
» Hâ, şu yük­sek dağda pa­di­şa­ha mah­sus bir büyük fo­toğ­raf ku­rul­muş ki (Ha­şi­ye) bütün bu yer­ler­de ne ce­re­yan eder, su­re­ti­ni alı­yor­lar.

   Şu su­re­tin işa­ret et­ti­ği ma­na­la­rın bir kısmı Ye­din­ci Ha­ki­kat’te beyan edil­miş. Yal­nız bu­ra­da pa­di­şa­ha mah­sus bir büyük fo­toğ­raf işa­re­ti ve ha­ki­ka­tı “Levh-i Mah­fuz” de­mek­tir. Levh-i Mah­fuz’un ta­hak­kuk-u vü­cu­du Yir­mi­al­tın­cı Söz’de şöyle isbat edil­miş ki:

   Nasıl küçük küçük cüz­dan­lar, büyük bir kü­tü­ğün vü­cu­du­nu ihsas eder ve küçük küçük se­ned­ler, bir def­ter-i ke­bi­rin bu­lun­du­ğu­nu iş’ar eder ve küçük kes­ret­li te­reş­şu­hat­lar, büyük bir su men­ba­ını işmam eder.

   Aynen öyle de: Küçük küçük cüz­dan­lar hük­mün­de; hem birer küçük Levh-i Mah­fuz ma­na­sın­da; hem büyük Levh-i Mah­fuz’u yazan ka­lem­den te­reş­şuh eden küçük küçük nok­ta­lar su­re­tin­de olan be­nî-be­şe­rin kuv­ve-i hâ­fı­za­la­rı, ağaç­la­rın mey­ve­le­ri, mey­ve­le­rin çe­kir­dek­le­ri, to­hum­la­rı; el­bet­te bir hâ­fı­za-i küb­ra­yı, bir def­ter-i ek­be­ri, bir levh-i mah­fuz-u a’zamı ihsas eder, iş’ar eder ve isbat eder. Belki kes­kin akıl­la­ra gös­te­rir.

» Demek o zât em­ret­miş ki; mül­kün­de ce­re­yan eden bütün mu­ame­le ve işler zab­te­dil­sin.
» Demek olu­yor ki; o zât-ı mu­az­zam bütün hâ­di­sa­tı kay­det­ti­rir, su­re­ti­ni alır.

» İşte şu dik­kat­li hıfz ve mu­ha­fa­za, el­bet­te bir mu­ha­se­be için­dir.
» Şimdi, en âdi ra­iye­tin en âdi mu­ame­le­le­ri­ni ihmal et­me­yen bir Hâ­kim-i Hafîz, hiç müm­kün müdür ki ra­iye­tin en bü­yük­le­rin­den en büyük amelle­ri­ni mu­ha­fa­za et­me­sin, mu­ha­se­be et­me­sin, mü­kâ­fat ve mü­ca­zat ver­me­sin.

   Hal­bu­ki o zâtın iz­ze­ti­ne ve gay­re­ti­ne do­ku­na­cak ve şe’n-i mer­ha­me­ti hiç kabul et­me­yecek mu­ame­le­ler, o bü­yük­ler­den sudûr edi­yor. Bu­ra­da ce­za­ya çarp­mı­yor.

   Demek bir mah­ke­me-i küb­ra­ya bı­ra­kı­lı­yor…

Sekizinci Suret

   Gel, ondan gelen bu fer­man­la­rı sana oku­ya­ca­ğım.

   Bak, mü­ker­rer va’de­di­yor ve şid­det­li teh­did edi­yor ki: “Siz­le­ri ora­dan alıp, ma­karr-ı sal­ta­na­tı­ma ge­ti­re­ce­ğim ve mu­ti­le­ri mes’ud, âsi­le­ri mah­pus ede­ce­ğim. O mu­vak­kat yeri harab edip, mü­eb­bed sa­ray­la­rı, zin­dan­la­rı havi diğer bir mem­le­ket ku­ra­ca­ğım.”

» Hem o va’d et­ti­ği şey­ler, ona gayet ra­hat­tır. Ra­iye­ti­ne, gayet mü­him­dir.
» Va’dinde hulf ise, iz­zet-i ik­ti­da­rı­na gayet zıd­dır.

   İşte bak ey ser­sem! Sen ya­lan­cı veh­mi­ni, he­ze­yan­cı ak­lı­nı, al­da­tı­cı nefsi­ni tas­dik edi­yor­sun. Ve hiç­bir vec­hi­le hulf ve hi­la­fa mec­bu­ri­ye­ti ol­mayan ve hiç­bir ci­het­le hilaf hay­si­ye­ti­ne ya­kış­ma­yan ve bütün gö­rü­nen işler sıd­kı­na şe­ha­det eden bir zâtı tek­zib edi­yor­sun. El­bet­te büyük bir ce­za­ya müs­te­hak olur­sun.

   Mi­sa­lin şuna ben­zer ki: Bir yolcu, gü­ne­şin zi­ya­sın­dan gö­zü­nü ka­pı­yor, ha­ya­li­ne ba­kı­yor; vehmi, bir yıl­dız bö­ce­ği gibi kafa fe­ne­ri­nin ışı­ğıy­la deh­şet­li yo­lu­nu ten­vir etmek is­ti­yor.

   Madem va’d etmiş, ya­pa­cak­tır. Hal­bu­ki îfası ona çok rahat ve bize ve her­şe­ye ve ona ve sal­ta­na­tı­na pek çok lâ­zım­dır.

   Demek bir mah­ke­me-i kübra, bir sa­adet-i uzma var­dır.

Dokuzuncu Suret

(Tafsili 8. ve 9. hakikatta)

   Şimdi gel! Bu da­ire­le­rin ve ce­ma­at­le­rin bazı rü­esa­la­rı­na ki, (Ha­şi­ye) her biri biz­zât pa­di­şah­la gö­rü­şecek hu­su­sî birer te­le­fo­nu var. Hem bazı onun hu­zu­ru­na çık­mış­lar.

   Şu su­re­tin isbat et­ti­ği ma­na­lar Se­ki­zin­ci Ha­ki­kat’te gö­rü­necek. Me­se­lâ, da­ire­le­rin re­is­le­ri şu tem­sil­de en­bi­ya ve ev­li­ya­ya işa­ret­tir. Ve te­lefon ise, ma’kes-i vahy ve maz­har-ı ilham olan kalb­den uza­nan bir nis­bet-i Rab­ba­ni­ye­dir ki, kalb o te­le­fo­nun ba­şı­dır ve ku­la­ğı hük­mün­de­dir.

   Ne di­yor­lar bak: Bun­lar it­ti­fak­la ihbar edi­yor­lar ki: O zât, mü­kâ­fat ve mü­ca­zat için pek muh­te­şem ve deh­şet­li bir yer ihzar etmiş. Gayet kavî va’d ve şid­det­li teh­did edi­yor.

   Hem onun izzet ve ce­la­le­ti hiç bir ve­cih­le hulf-ül va’de te­nez­zül edip, te­zel­lü­lü kabul etmez.

   Hal­bu­ki o muh­bir­ler hem te­va­tür de­re­ce­sin­de çok, hem icma’ kuv­ve­tin­de bir it­ti­fak­la haber ve­ri­yor­lar ki: Şu bazı âsârı gö­rü­nen sal­ta­nat-ı azî­me­nin me­da­rı ve ma­kar­rı, bu­ra­dan uzak bir başka mem­le­ket­te­dir ve şu mey­dan-ı im­ti­han­da bi­na­lar mu­vak­kat­tır­lar. Sonra daimî sa­ray­la­ra teb­dil edi­lecek. Bu yer­ler de­ği­şe­cek­ler.

   Çünki eser­le­riy­le aza­me­ti an­la­şı­lan şu muh­te­şem, ze­val­siz sal­ta­nat; böyle ge­çi­ci, de­vam­sız, bî­ka­rar, ehem­mi­yet­siz, mü­te­gay­yir, be­ka­sız, nâkıs, te­kem­mül­süz umûr­lar üze­rin­de ku­rul­maz, du­rul­maz…

   Demek ona lâyık, daimî, müs­te­kar, ze­val­siz, müs­te­mir, mü­kem­mel, muh­te­şem umûr­lar üze­rin­de du­ru­yor.

   Demek bir di­yar-ı âher var; el­bet­te o ma­kar­ra gi­di­le­cek­tir…

Onuncu Suret

(Tafsili 9. hakikatta)

   Gel, bugün nev­ruz-u sul­ta­nî­dir. (Ha­şi­ye) Bir te­bed­dü­lat ola­cak, acib işler çı­ka­cak. Şu ba­ha­rın şu güzel gü­nün­de, şu güzel çi­çek­li olan şu yeşil sah­ra­ya gidip bir sey­ran ede­riz.

   Bu su­re­tin rem­zi­ni Do­ku­zun­cu Ha­ki­kat’te gö­re­cek­sin. Me­se­lâ: Nev­ruz günü, bahar mev­si­mi­ne işa­ret­tir. Çi­çek­li yeşil sahra ise, bahar mev­si­min­de­ki rûy-i ze­min­dir. De­ği­şen per­de­ler, man­za­ra­lar ise, fasl-ı ba­ha­rın ib­ti­da­sın­dan, yazın in­ti­ha­sı­na kadar Sâni’-i Ka­dîr-i Zül­ce­lal’in, Fâ­tır-ı Ha­kîm-i Zül­ce­mal’in ke­mal-i in­ti­zam ile de­ğiş­tir­di­ği ve ke­mal-i rah­met ile ta­ze­len­dir­di­ği ve bir­bi­ri ar­ka­sın­da gön­der­di­ği mev­cu­dat-ı ba­ha­ri­ye ta­ba­ka­tı­na ve mas­nu­at-ı say­fi­ye ta­ife­le­ri­ne ve er­zak-ı hay­va­ni­ye ve in­sa­ni­ye­ye medar olan mat’umata işa­ret­tir.

   İşte bak! Ahali de bu ta­ra­fa ge­li­yor­lar.

   Bak bir sihir var. O bi­na­lar bir­den harab ol­du­lar, başka bir şekil aldı.

   Bak, bir mu’cize var. O harab olan bi­na­lar, bir­den bu­ra­da ya­pıl­dı. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir me­de­nî şehir oldu.

   Bak, si­ne­ma per­de­le­ri gibi her saat başka bir âlem gös­te­rir, başka bir şekil alır.

   Buna dik­kat et ki; o kadar ka­rı­şık, sür’atli, kes­ret­li, ha­ki­kî per­de­ler için­de ne kadar mü­kem­mel bir in­ti­zam var­dır ki, her­şey yerli ye­ri­ne ko­nu­lu­yor. Ha­ya­lî si­ne­ma per­de­le­ri dahi, bunun kadar mun­ta­zam ola­maz. Mil­yon­lar mahir si­hir­baz­lar dahi, bu san’at­la­rı ya­pa­maz­lar.

   Demek, bize gö­rün­me­yen o pa­di­şa­hın çok büyük mu’ci­ze­le­ri var­dır.

   Ey ser­sem! Sen di­yor­sun: Nasıl bu koca mem­le­ket tah­rib edi­lip, başka yere ku­ru­la­cak?

   İşte gö­rü­yor­sun ki: Her saat, senin aklın kabul et­me­di­ği o teb­dil-i diyar gibi çok in­kı­lab­lar, teb­dil­ler olu­yor.

   Şu top­lan­mak, da­ğıl­mak ve şu hal­ler­den an­la­şı­lı­yor ki: Bu gö­rü­nen sür’atli iç­ti­ma­lar, da­ğıl­ma­lar, teş­kil­ler, tah­rib­ler için­de başka bir mak­sad var. Bir sa­at­lik iç­ti­ma için on sene kadar mas­raf ya­pı­lı­yor.

   Demek bu va­zi­yet­ler mak­sud-u biz­zât de­ğil­ler. Bir tem­sil­dir, bir tak­lid­dir­ler. O zât mu’cize ile ya­pı­yor. Tâ su­ret­le­ri alı­nıp ter­kib edil­sin ve ne­ti­ce­le­ri hıf­ze­di­lip ya­zıl­sın. -Na­sıl­ki, ma­nev­ra mey­dan-ı im­ti­ha­nı­nın her­şe­yi kay­de­di­li­yor­du ve ya­zı­lı­yor­du.-

   Demek, bir mec­ma-ı ek­ber­de mu­ame­le, bun­lar üze­ri­ne devam edip dö­necek. Hem bir meş­her-i a’zamda daimî gös­te­ri­lecek.

   Demek şu ge­çi­ci, ka­rar­sız va­zi­yet­ler; sabit su­ret­ler, bâki mey­ve­ler ve­ri­yor­lar.

   Demek bu ih­ti­fa­lât; bir sa­adet-i uzma, bir mah­ke­me-i kübra, bil­me­di­ği­miz ulvî ga­ye­ler için­dir…

Onbirinci Suret

(Tafsili 10. hakikatta)

   Gel, ey mu­an­nid ar­ka­daş! Bir tay­ya­re­ye, ya şarka veya garba yani mazi ve müs­tak­be­le giden bir şi­men­di­fe­re bi­ne­lim. Şu mu’ci­ze­kâr zâtın, sair yer­ler­de ne çeşit mu’ci­ze­ler gös­ter­di­ği­ni gö­re­lim.

   İşte bak, gör­dü­ğü­müz men­zil ve mey­dan ve meş­her gibi aca­ib­ler, her ta­raf­ta bu­lu­nu­yor. Lâkin san’atça, su­ret­çe bir­bi­rin­den ay­rı­dır­lar.

   Fakat buna iyi dik­kat et ki: O se­bat­sız men­zil­ler­de, o de­vam­sız mey­dan­lar­da, o be­ka­sız meş­her­ler­de; ne kadar bahir bir hik­me­tin in­ti­za­ma­tı, ne de­re­ce zahir bir ina­ye­tin işa­ra­tı, ne mer­te­be âlî bir ada­le­tin ema­ra­tı, ne de­re­ce vâsi’ bir mer­ha­me­tin se­me­ra­tı gö­rü­nü­yor.

   Ba­si­ret­siz ol­ma­yan her­kes ya­kî­nen anlar ki:

» Onun hik­me­tin­den daha ekmel bir hik­met
» ve ina­ye­tin­den daha ecmel bir ina­yet
» ve mer­ha­me­tin­den daha eşmel bir mer­ha­met
» ve ada­le­tin­den daha ecell bir ada­let ola­maz ve ta­sav­vur edi­le­mez.

   Eğer fa­ra­za te­veh­hüm et­ti­ğin gibi, da­ire-i mem­le­ke­tin­de daimî men­zil­ler, âlî me­kân­lar, sabit ma­kam­lar, bâki mes­ken­ler, mukim ahali, mes’ud ra­iye­ti bu­lun­maz­sa; şu hik­met, ina­yet, mer­ha­met, ada­le­tin ha­ki­kat­la­rı­na şu be­ka­sız mem­le­ket maz­har ola­ma­dı­ğı malûm ve on­la­ra maz­har ola­cak, başka yerde de bu­lun­maz­sa; o vakit gün­düz or­ta­sın­da gü­ne­şin ışı­ğı­nı gör­dü­ğü­müz halde gü­ne­şi inkâr etmek de­re­ce­sin­de bir ah­mak­lık­la,

» şu gö­zü­müz önün­de­ki hik­me­ti inkâr etmek
» ve şu mü­şa­he­de et­ti­ği­miz ina­ye­ti inkâr etmek
» ve şu gör­dü­ğü­müz mer­ha­me­ti inkâr etmek
» ve şu pek kuv­vet­li ema­ra­tı, işa­ra­tı gö­rü­nen ada­le­ti inkâr etmek lâzım gelir.

   Hem bu gör­dü­ğü­müz ic­ra­at-ı ha­kî­ma­ne ve ef’al-i ke­ri­ma­ne ve ih­sa­nat-ı ra­hî­ma­ne­nin sa­hi­bi­ni; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyun­cu, gad­dar bir zalim ol­du­ğu­nu kabul etmek lâ­zım­ge­lir. Bu ise, ha­ki­kat­le­rin zıd­la­rı­na in­kı­la­bı­dır. Hal­bu­ki in­kı­lab-ı ha­ka­ik, bütün ehl-i aklın it­ti­fa­kıy­la mu­hal­dir, müm­kün de­ğil­dir. Yal­nız, her­şe­yin vü­cu­du­nu inkâr eden So­fes­taî eb­leh­ler ha­riç­tir.

   Demek, bu di­yar­dan başka bir diyar var­dır. Onda bir mah­ke­me-i kübra, bir ma’de­le-i ulya, bir mek­re­me-i uzma var­dır ki; tâ şu mer­ha­met ve hik­met ve ina­yet ve ada­let ta­ma­men te­za­hür et­sin­ler…

Onikinci Suret

   Gel şimdi dö­ne­ce­ğiz. Şu ce­ma­at­le­rin re­is­le­riy­le ve za­bit­le­riy­le gö­rü­şe­ce­ğiz ve tec­hi­zat­la­rı­na ba­ka­ca­ğız ki; o tec­hi­zat, yal­nız o mey­dan­da­ki kısa bir müd­det için­de ge­çin­mek için mi ve­ril­miş­tir? Yahut başka yerde uzun bir sa­adet ha­ya­tı tah­sil etmek için mi ve­ril­miş­tir? Gö­re­lim. Her­ke­se ve her tec­hi­za­ta ba­ka­ma­yız.

   Fakat nü­mu­ne için şu za­bi­tin cüz­dan ve def­te­ri­ne ba­ka­ca­ğız:

   Bu cüz­dan­da za­bi­tin rüt­be­si, maaşı, va­zi­fe­si, mat­lu­ba­tı, düs­tur-u ha­re­kâ­tı var­dır.

• Bak, bu rütbe bir­kaç gün­lük için değil; pek uzun bir zaman için ve­ri­le­bi­lir.
• “Şu maaşı ha­zi­ne-i hâs­sa­dan filan ta­rih­te ala­cak­sın” ya­zı­lı­dır. Hal­bu­ki o tarih, çok zaman sonra ve bu mey­dan ka­pan­dık­tan sonra gelir.
Şu va­zi­fe ise; şu mu­vak­kat mey­da­na göre değil, belki pa­di­şa­hın kur­bün­de daimî bir sa­ade­ti ka­zan­mak için ve­ril­miş­tir.
Şu mat­lu­bat ise, bir­kaç gün­lük bu mi­sa­fir­ha­ne­de ge­çin­mek için ola­maz. Belki uzun ve mes’udane bir hayat için ola­bi­lir.
Şu düs­tur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüz­dan sa­hi­bi başka yere nam­zed­dir, başka âleme ça­lı­şır.

   Bak şu def­ter­ler­de, âlet­ler tec­hi­za­tı­nın su­ret-i is­ti­ma­li ve mes’uli­yet­ler var­dır.

   Hal­bu­ki eğer yal­nız bu mey­dan­dan başka âlî, daimî bir yer bu­lun­maz­sa; şu muh­kem def­ter, o kat’î cüz­dan, bütün bütün ma­na­sız olur.

   Hem şu muh­te­rem zabit ve mü­ker­rem ku­man­dan ve mu­az­zez reis; bütün aha­li­den aşağı, her­kes­ten daha bed­baht, daha bî­ça­re, daha zelil, daha mu­si­bet­li, daha fakir, daha zayıf bir de­re­ke­ye düşer.

   İşte buna kıyas et. Hangi şeye dik­kat etsen şe­ha­det eder ki: Bu fâ­ni­den sonra bir bâki var...

   Ey ar­ka­daş! Demek, bu mu­vak­kat mem­le­ket bir tarla hük­mün­de­dir. Bir ta­lim­gâh­tır, bir pa­zar­dır. El­bet­te ar­ka­sın­da bir mah­ke­me-i kübra, bir sa­adet-i uzma ge­le­cek­tir.

   Eğer bunu inkâr etsen; bütün za­bit­ler­de­ki cüz­dan­la­rı, def­ter­le­ri, tec­hi­zat­la­rı, düs­tur­la­rı belki şu mem­le­ket­te­ki bütün in­ti­za­ma­tı, hattâ hü­kû­me­ti inkâr et­me­ğe mec­bur olur­sun ve bütün vaki’ olan ic­ra­atın vü­cu­du­nu tek­zib etmek lâ­zım­ge­lir. O vakit sana, insan ve zî­şu­ur de­nil­mez. So­fes­ta­îler­den daha akıl­sız olur­sun.

   Sakın zan­net­me; teb­dil-i mem­le­ket de­lil­le­ri bu “Oniki Suret“e mün­ha­sır­dır. Belki hadd ü he­sa­ba gel­mez ema­re­ler, de­lil­ler var ki: Şu ka­rar­sız mü­te­gay­yir mem­le­ket; ze­val­siz, müs­te­kar bir mem­le­ke­te tah­vil edi­le­cek­tir.

   Hem hadd ü he­sa­ba gel­mez işa­ret­ler, alâ­met­ler var ki: Bu ahali, şu mu­vak­kat mi­sa­fir­ha­ne­ler­den alı­na­cak, sal­ta­na­tın ma­karr-ı da­imî­si­ne gön­de­ri­lecek.

   Bâ­hu­sus, gel sana “Oniki Suret” kuv­ve­tin­den daha kuv­vet­li bir bür­han daha gös­te­re­ce­ğim.

(Taf­si­li oni­kin­ci ha­ki­kat­ta)

   İşte gel bak, şu uzak­ta­ki gö­rü­nen ce­ma­at-ı azîme için­de, evvel adada gör­dü­ğü­müz büyük nişan sa­hi­bi Ya­ver-i Ekrem bir teb­li­gat­ta bu­lu­nu­yor. Gi­de­lim, din­le­ye­lim. Bak o par­lak ya­ver-i ekrem, bak o yük­sek­te ta’lik edil­miş fer­man-ı a’zamı aha­li­ye bil­di­ri­yor ve diyor ki:

   Ha­zır­la­nı­nız; başka, daimî bir mem­le­ke­te gi­de­cek­si­niz. Öyle bir mem­le­ket ki, bu mem­le­ket ona nis­be­ten bir zin­dan hük­mün­de­dir. Pa­di­şa­hı­mı­zın ma­karr-ı sal­ta­na­tı­na gidip mer­ha­me­ti­ne, ih­san­la­rı­na maz­har ola­cak­sı­nız. Eğer gü­zel­ce bu fer­ma­nı din­le­yip itaat et­se­niz… Yoksa isyan edip din­le­mez­se­niz, müd­hiş zin­dan­la­ra atı­la­cak­sı­nız. gibi teb­li­gat­ta bu­lu­nu­yor.

   Sen de gö­rü­yor­sun ki; o fer­man-ı a’zamda öyle i’caz­kâr bir turra var ki, hiç­bir vec­hi­le ka­bil-i tak­lid değil. Senin gibi ser­sem­ler­den başka her­kes; o fer­man, pa­di­şa­hın fer­ma­nı ol­du­ğu­nu kat’î bilir.

   Ve o par­lak ya­ver-i ek­rem­de öyle ni­şan­lar var ki; senin gibi kör­ler­den başka her­kes o zâtı, pa­di­şa­hın pek doğru ter­cü­man-ı eva­mi­ri ol­du­ğu­nu ya­kî­nen anlar.

   Acaba o ya­ver-i ekrem o fer­man-ı a’zamla be­ra­ber bütün kuv­ve­tiy­le dava edip teb­liğ et­tik­le­ri şu teb­dil-i mem­le­ket mes’elesi, hiç kabil midir ki iti­raz kabul etsin. Evet kabil değil! İllâ ki, bütün bu gör­dü­ğü­müz her şeyi inkâr ede­sin…

   Şimdi ey ar­ka­daş!. Söz se­nin­dir, söyle. Ne di­yor­san de!

  -Ben ne di­ye­ce­ğim, daha buna karşı bir şey de­ne­bi­lir mi? Gün­düz or­ta­sın­da gü­ne­şe karşı söz söy­le­nir mi? Yal­nız derim ki: El­ham­dü­lil­lah, yüz­bin defa şükür olsun ki; vehim ve heva ta­hak­kü­mün­den, nefis ve heves esa­re­tin­den kur­tu­lup, daimî hapis ve zin­dan­dan halâs oldum ve inan­dım ki: Bu kar­ma­ka­rı­şık, ka­rar­sız mi­sa­fir­ha­ne­ler­den başka ve kurb-u şa­ha­ne­de bir di­yar-ı sa­adet var­dır; biz de ona nam­ze­diz…

   İşte haşir ve âhi­ret­ten ki­na­ye ve iba­ret olan şu hi­kâ­ye-i tem­si­li­ye bu­ra­da tamam oldu. Şimdi tev­fik-ı İlahî ile ha­ki­kat-ı ul­ya­ya ge­çe­ce­ğiz. Geç­miş “Oniki Suret“e mu­ka­bil “Oniki mü­te­sa­nid Ha­ki­kat” ile bir “Mu­kad­di­me” beyan ede­ce­ğiz.

Mukaddime

   Bir­kaç işa­ret­le başka yer­ler­de yani Yir­mi­ikin­ci, On­do­ku­zun­cu, Yir­mi­al­tın­cı Söz­ler­de izah edi­len bir­kaç mes’eleye işa­ret ede­riz.

Birinci İşaret

   Hi­kâ­ye­de­ki ser­sem ada­mın o emin ar­ka­da­şıy­la, üç ha­ki­kat­la­rı var.

   Bi­rin­ci­si: Nefs-i em­ma­rem ile kal­bim­dir.
   İkin­ci­si: Fel­se­fe şa­kird­le­riy­le, Kur’an-ı Hakîm til­miz­le­ri­dir.
   Üçün­cü­sü: Üm­met-i İslâ­mi­ye ile mil­let-i küf­ri­ye­dir.

   Fel­se­fe şa­kird­le­ri ve mil­let-i küf­ri­ye ve nefs-i em­ma­re­nin en müd­hiş da­la­le­ti, Ce­nab-ı Hakk’ı ta­nı­ma­mak­ta­dır. Hi­kâ­ye­de nasıl emin adam de­miş­ti: “Bir harf kâ­tib­siz olmaz, bir kanun hâ­kim­siz olmaz.” Biz de deriz:

   Na­sıl­ki bir kitab, bâ­hu­sus öyle bir kitab ki; her ke­li­me­si için­de küçük ka­lem­le bir kitab ya­zıl­mış, her harfi için­de ince kalem ile mun­ta­zam bir ka­si­de ya­zıl­mış. Kâ­tib­siz olmak, son de­re­ce mu­hal­dir.

   Öyle de şu kâ­inat nak­kaş­sız olmak, son de­re­ce muhal ender mu­hal­dir.

   Zira bu kâ­inat öyle bir ki­tab­dır ki,

   Her sa­hi­fe­si çok ki­tab­la­rı ta­zam­mun eder.
   Hattâ her ke­li­me­si için­de bir kitab var­dır.
   Her bir harfi için­de bir ka­si­de var­dır.

   Yer­yü­zü bir sa­hi­fe­dir, ne kadar kitab için­de var.
   Bir ağaç bir ke­li­me­dir, ne kadar sa­hi­fe­si var­dır.
   Bir meyve bir harf; bir çe­kir­dek, bir nok­ta­dır.
   O nok­ta­da koca bir ağa­cın proğ­ra­mı, fih­ris­te­si var.

   İşte böyle bir kitab, ev­saf-ı celal ve ce­ma­le, ni­ha­yet­siz kud­ret ve hik­me­te mâlik bir Zât-ı Zül­ce­lal’in nakş-ı ka­lem-i kud­re­ti ola­bi­lir.

   Demek âle­min şu­hu­duy­la, bu iman lâ­zım­ge­lir. İllâ ki, da­la­let­ten sar­hoş olmuş ola…

   Hem na­sıl­ki bir hane us­ta­sız olmaz. Bâ­hu­sus öyle bir hane ki; hâ­ri­ka san’at­lar­la, acib na­kış­lar­la, garib zî­net­ler­le tez­yin edil­miş. Hattâ her­bir ta­şın­da, bir saray kadar san’at der­ce­dil­miş. Us­ta­sız olmak, hiç­bir akıl kabul ede­mez, gayet mahir bir san’atkâr ister.
   Bâ­hu­sus o saray için­de si­ne­ma per­de­le­ri gibi her sa­at­te ha­ki­kî men­zil­ler teş­kil edi­lip, ke­mal-i in­ti­zam­la el­bi­se de­ğiş­tir­di­ği gibi de­ğiş­ti­ri­yor. Hattâ her­bir ha­ki­kî perde için­de, mü­te­ad­did küçük küçük men­zil­ler ica­de­di­li­yor.

   Öyle de şu kâ­inat ni­ha­yet­siz hakîm, alîm, kadîr bir sâni’ ister. Çünki şu muh­te­şem kâ­inat öyle bir sa­ray­dır ki: Ay, Güneş lâm­ba­la­rı; yıl­dız­lar, mum­la­rı; zaman, bir ip, bir şe­rit­tir ki, o Sâni’-i Zül­ce­lal her sene bir başka âlemi ona takıp, gös­te­ri­yor. O tak­tı­ğı âle­min için­de üç­yü­zalt­mış tarz­da mun­ta­zam su­ret­le­ri­ni tec­did edi­yor. Ke­mal-i in­ti­zam­la ve hik­met­le de­ğiş­ti­ri­yor. Yer­yü­zü­nü bir sof­ra-i nimet yap­mış ki, her bahar mev­si­min­de, üç­yüz­bin enva’-ı mas­nu­atıy­la tez­yin edi­yor. Hadd ü he­sa­ba gel­mez enva’-ı ih­sa­na­tıy­la dol­du­ru­yor. Öyle bir tarz­da ki, ni­ha­yet ih­ti­lat için­de ve ka­rış­mış ol­duk­la­rı halde, ni­ha­yet de­re­ce­de im­ti­yaz ve fark­la bir­bir­le­rin­den ay­rı­lı­yor. Başka ci­het­le­ri buna kıyas et… Nasıl, böyle bir sa­ra­yın Sâni’inden gaf­let edi­le­bi­lir?

   Hem na­sıl­ki bu­lut­suz, gün­düz or­ta­sın­da, Gü­ne­şin deniz yü­zün­de bütün ka­bar­cık­lar üs­tün­de ve ka­ra­da bütün par­lak şey­ler­de ve kar’ın bütün par­ça­la­rın­da cil­ve­si gö­rün­dü­ğü ve aksi mü­şa­he­de edil­di­ği halde Gü­ne­şi inkâr etmek, ne de­re­ce acib bir di­va­ne­lik he­ze­ya­nı­dır. Çünki o vakit bir­tek Gü­ne­şi inkâr ve kabul et­me­mek­le; ka­ta­rat sa­yı­sın­ca, ka­bar­cık­lar mik­da­rın­ca, par­ça­lar ade­din­ce, ha­ki­kî ve bil’asale gü­neş­çik­le­ri kabul etmek lâ­zım­ge­li­yor. Her zer­re­cik­te (ki ancak bir zerre sı­kı­şa­bil­di­ği halde) koca bir Gü­ne­şin ha­ki­ka­tı­nı için­de kabul etmek lâzım gel­di­ği gibi,

   Aynen öyle de: Şu sı­ra­va­ri için­de her zaman hik­met­le de­ği­şen ve düz­gün­lük için­de her vakit ta­ze­le­nen şu mun­ta­zam kâ­ina­tı görüp, Hâ­lık-ı Zül­ce­lal’i ev­saf-ı ke­ma­liy­le tas­dik et­me­mek, ondan daha ber­bad bir da­la­let di­va­ne­li­ği­dir, bir mec­nun­luk he­ze­ya­nı­dır. Zira her­şey­de, hattâ her­bir zer­re­de bir ulu­hi­yet-i mut­la­ka kabul etmek lâ­zım­dır.

   Çünki me­se­lâ ha­va­nın her­bir zer­re­si; her­bir çiçek ile her­bir mey­ve­ye, her­bir yap­ra­ğa girer ve iş­le­ye­bi­lir.

   İşte şu zerre, eğer memur ol­maz­sa, bütün gi­re­bil­di­ği ve iş­le­di­ği mas­nu­la­rın tarz-ı teş­ki­la­tı­nı ve su­ret­le­ri­ni ve he­yet­le­ri­ni bil­mek lâ­zım­dır, tâ için­de iş­le­ye­bil­sin. Demek muhit bir ilim ve kud­re­te mâlik ol­ma­lı ki, böyle yap­sın.

   Me­se­lâ, top­rak­ta her­bir zer­re­si ka­bil­dir ki, muh­te­lif bütün to­hum­lar ve çe­kir­dek­le­re medar ve menşe olsun.

   Eğer memur ol­maz­sa, lâzım ge­li­yor ki: Otlar ve ağaç­lar ade­din­ce ma­ne­vî ci­ha­zat ve ma­ki­ne­le­ri ta­zam­mun etsin. Ve­ya­hut on­la­rın bütün tarz-ı teş­ki­la­tı­nı bilir, yapar, bütün on­la­ra giy­di­ri­len su­ret­le­ri tanır, di­ke­bi­lir bir san’at ve kud­ret ver­mek lâ­zım­ge­lir.

   Daha sair mev­cu­da­tı da kıyas et. Tâ an­la­ya­cak­sın ki: Her şeyde aşi­kâ­re, vah­da­ni­ye­tin çok de­lil­le­ri var.

   Evet bir şey­den her şeyi yap­mak ve her­şe­yi bir­tek şey yap­mak, her­şe­yin hâ­lı­kı­na has bir iştir.

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

"Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin." İsrâ Sûresi, 17:44.

   fer­man-ı zî­şa­nı­na dik­kat et.

   Demek Vâ­hid-i Ehad’ı kabul et­me­mek ile, mev­cu­dat ade­din­ce ilah­la­rı kabul etmek lâ­zım­ge­lir.

İkinci İşaret

   Hi­kâ­ye­de bir ya­ver-i ek­rem­den bah­se­dil­miş ve de­nil­miş ki: Kör ol­ma­yan her­kes onun ni­şan­la­rı­nı gör­mek­le anlar ki: O zât, pa­di­şa­hın em­riy­le ha­re­ket eder ve onun has ben­de­si­dir.

   İşte o ya­ver-i ekrem, Re­sul-i Ekrem’dir (Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm).

   Evet şöyle mü­zey­yen bir kâ­ina­tın, öyle mu­kad­des bir Sâni’ine böyle bir Re­sul-i Ekrem, ışık şemse lü­zu­mu de­re­ce­sin­de el­zem­dir.

   Çünki nasıl Güneş, ziya ver­mek­si­zin müm­kün de­ğil­dir.

   Öyle de ulu­hi­yet de, pey­gam­ber­le­ri gön­der­mek­le ken­di­ni gös­ter­mek­si­zin müm­kün de­ğil­dir.

   Hem hiç müm­kün olur mu ki, ni­ha­yet ke­mal­de olan bir cemal; gös­te­ri­ci ve tarif edici bir va­sı­ta ile ken­di­ni gös­ter­mek is­te­me­sin?

   Hem müm­kün olur mu ki; gayet ce­mal­de bir ke­mal-i san’at, onun üze­ri­ne en­zar-ı dik­ka­ti cel­be­den bir del­lâl va­sı­ta­sıy­la teş­hir is­te­me­sin?

   Hem hiç müm­kün olur mu ki; bir ru­bu­bi­yet-i âm­me­nin sal­ta­nat-ı kül­li­ye­si, kes­ret ve cüz’iyat ta­ba­ka­tın­da vah­da­ni­yet ve sa­me­da­ni­ye­ti­ni, zül­ce­na­heyn bir meb’us va­sı­ta­sıy­la ilâ­nı­nı is­te­me­sin! Yani o zât, ubu­di­yet-i kül­li­ye ci­he­tiy­le kes­ret ta­ba­ka­tı­nın der­gâh-ı İla­hi­ye el­çi­si ol­du­ğu gibi, kur­bi­yet ve ri­sa­let ci­he­tiy­le der­gâh-ı İla­hî­nin kes­ret ta­ba­ka­tı­na me­mu­ru­dur.

   Hem hiç müm­kün olur mu ki; ni­ha­yet de­re­ce­de bir hüsn-ü zâtî sa­hi­bi, ce­ma­li­nin me­ha­si­ni­ni ve hüs­nü­nün le­ta­ifi­ni âyi­ne­ler­de gör­mek ve gös­ter­mek is­te­me­sin! Yani bir habib resul va­sı­ta­sıy­la ki; hem ha­bib­dir, ubu­di­ye­tiy­le ken­di­ni ona sev­di­rir, âyi­ne­dar­lık eder. Hem re­sul­dür; onu mah­lu­ka­tı­na sev­di­rir, ce­mal-i es­ma­sı­nı gös­te­rir.

   Hem hiç müm­kün olur mu ki; acib mu’ci­ze­ler­le, garib ve kıy­met­tar şey­ler­le dolu ha­zi­ne­ler sa­hi­bi, sar­raf bir tarif edici ve vas­saf bir teş­hir edici va­sı­ta­sıy­la en­zar-ı halka arz ve baş­la­rın­da izhar et­mek­le, gizli ke­ma­lâ­tı­nı beyan etmek irade et­me­sin ve is­te­me­sin?

   Hem müm­kün olur mu ki; bu kâ­ina­tı bütün es­ma­sı­nın ke­ma­lâ­tı­nı ifade eden mas­nu­at­la tez­yin ede­rek seyir için garib ve ince san’at­lar­la süs­le­nil­miş bir sa­ra­ya ben­zet­sin de, reh­ber bir mu­al­lim tayin et­me­sin?

   Hem hiç müm­kün olur mu ki; bu kâ­ina­tın sa­hi­bi, şu kâ­ina­tın ta­hav­vü­la­tın­da­ki mak­sad ve gaye ne ola­ca­ğı­nı, müş’ir-i tıl­sım-ı muğ­la­kı­nı, hem mev­cu­da­tın “Ne­re­den? Ne­re­ye? Ne­ci­sin?” üç su­al-i müş­ki­lin mu­am­ma­sı­nı bir elçi va­sı­ta­sıy­la aç­tır­ma­sın!

   Hem hiç müm­kün olur mu ki; bu güzel mas­nu­at ile ken­di­ni zî­şu­ura ta­nıt­tı­ran ve kıy­met­li ni­met­ler ile ken­di­ni sev­di­ren Sâni’-i Zül­ce­lal; onun mu­ka­bi­lin­de zî­şu­ur­dan mar­zi­ya­tı ve ar­zu­la­rı ne ol­du­ğu­nu bir elçi va­sı­ta­sıy­la bil­dir­me­sin!

   Hem hiç müm­kün olur mu ki; nev’-i in­sa­nı, şu­ur­ca kes­re­te müb­te­la, is­ti­dad­ca ubu­di­yet-i kül­li­ye­ye mü­hey­ya su­re­tin­de ya­ra­tıp, mu­al­lim bir reh­ber va­sı­ta­sıy­la on­la­rı kes­ret­ten vah­de­te yüz­le­ri­ni çe­vir­mek is­te­me­sin!

   Daha bun­lar gibi çok ve­za­if-i nü­büv­vet var ki, her­bi­ri bir bür­han-ı kat’îdir ki: Ulu­hi­yet, ri­sa­let­siz ola­maz…

   Şimdi acaba âlem­de Mu­ham­med-i Arabî Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm’dan -be­yan olu­nan evsaf ve ve­za­ife- daha ehil ve daha câmi’ kim zuhur etmiş? Ve rüt­be-i ri­sa­le­te ve va­zi­fe-i teb­li­ğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman gös­ter­miş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â!.

   Belki o, bütün re­sul­le­rin sey­yi­di­dir, bütün en­bi­ya­nın ima­mı­dır, bütün as­fi­ya­nın ser­ve­ri­dir, bütün mu­kar­re­bî­nin ak­re­bi­dir, bütün mah­lu­ka­tın ek­me­li­dir, bütün mür­şid­le­rin sul­ta­nı­dır.

   Evet ehl-i tah­ki­ka­tın it­ti­fa­kıy­la, Şakk-ı Kamer ve par­mak­la­rın­dan su ak­ma­sı gibi bine baliğ mu’ci­za­tın­dan hadd ü he­sa­ba gel­mez de­la­il-i nü­büv­ve­tin­den başka, Kur’an-ı Azî­müş­şan gibi bir bahr-i ha­ka­ik ve kırk ve­cih­le mu’cize olan mu’ci­ze-i kübra, Güneş gibi ri­sa­le­ti­ni gös­ter­me­ğe kâ­fi­dir. Başka ri­sa­le­ler­de ve bil­hâs­sa Yir­mi­be­şin­ci Söz’de Kur’anın kırka karib vü­cuh-u i’ca­zın­dan bah­set­ti­ği­miz­den bu­ra­da kısa ke­si­yo­ruz.

Üçüncü İşaret

   Ha­tı­ra gel­me­sin ki: Bu kü­çü­cük in­sa­nın ne ehem­mi­ye­ti var ki, bu azîm dünya onun mu­ha­se­be-i a’mali için ka­pan­sın, başka bir daire açıl­sın?

   Çünki bu kü­çü­cük insan, câ­mi­iyet-i fıt­rat iti­ba­riy­le şu mev­cu­dat için­de bir us­ta­ba­şı ve bir del­lâl-ı sal­ta­nat-ı İla­hi­ye ve bir ubu­di­yet-i kül­li­ye­ye maz­har ol­du­ğun­dan büyük ehem­mi­ye­ti var­dır.

   Hem ha­tı­ra gel­me­sin ki: Kı­sa­cık bir ömür­de nasıl ebedî bir azaba müs­te­hak olur?

   Zira küfür; şu mek­tu­bat-ı Sa­me­da­ni­ye de­re­ce­sin­de ve kıy­me­tin­de olan kâ­ina­tı ma­na­sız, ga­ye­siz bir de­re­ke­ye dü­şür­dü­ğü için, bütün kâ­ina­ta karşı bir tah­kir ol­du­ğu gibi; bu mev­cu­dat­ta cil­ve­le­ri, na­kış­la­rı gö­rü­nen bütün es­ma-i kud­si­ye-i İla­hi­ye­yi inkâr ile red ve Ce­nab-ı Hakk’ın hak­ka­ni­yet ve sıd­kı­nı gös­te­ren gayr-ı mü­te­na­hî bütün de­lil­le­ri­ni tek­zib ol­du­ğun­dan ni­ha­yet­siz bir ci­na­yet­tir. Ni­ha­yet­siz ci­na­yet ise, ni­ha­yet­siz azabı îcab eder…

Dördüncü İşaret

   Na­sıl­ki hi­kâ­ye­de oniki su­ret­le gör­dük ki: Hiç­bir ci­het­le müm­kün değil; öyle bir pa­di­şa­hın, öyle mu­vak­kat mi­sa­fir­ha­ne gibi bir mem­le­ke­ti bu­lun­sun da, müs­te­kar ve haş­me­ti­ne maz­har ve sal­ta­nat-ı uz­ma­sı­na medar diğer daimî bir mem­le­ke­ti bu­lun­ma­sın…

   Öyle de hiç­bir ve­cih­le müm­kün değil ki; bu fâni âle­min bâki Hâlık’ı, bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad et­me­sin?

   Hem müm­kün değil: Şu bedî’ ve zâil kâ­ina­tın ser­me­dî Sâni’i bunu halk etsin de, müs­te­kar ve daimî diğer bir kâ­ina­tı icad et­me­sin?

   Hem müm­kün değil: Bu meş­her ve mey­dan-ı im­ti­han ve tarla hük­mün­de olan dün­ya­nın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu ya­rat­sın, onun bütün ga­ye­le­ri­ne maz­har olan dâr-ı âhi­re­ti halk et­me­sin?

   Bu ha­ki­ka­ta oniki kapı ile gi­ri­lir. Oniki ha­ki­kat ile o ka­pı­lar açı­lır. En kısa ve ba­sit­ten baş­la­rız:

Birinci Hakikat

   Bâb-ı ru­bu­bi­yet ve sal­ta­nat­tır ki, ism-i Rabb’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Şe’n-i ru­bu­bi­yet ve sal­ta­nat-ı ulu­hi­yet, bâ­hu­sus böyle bir kâ­ina­tı, ke­ma­lâ­tı­nı gös­ter­mek için gayet âlî ga­ye­ler ve yük­sek mak­sad­lar ile icad etsin, onun gayat ve ma­ka­sı­dı­na karşı iman ve ubu­di­yet­le mu­ka­be­le eden mü’min­le­re mü­kâ­fa­tı bu­lun­ma­sın. Ve o ma­ka­sı­dı red ve tah­kir ile mu­ka­be­le eden ehl-i da­la­le­te mü­ca­zat et­me­sin?

İkinci Hakikat

   Bâb-ı kerem ve rah­met­tir ki, Kerim ve Rahîm is­mi­nin cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Gös­ter­di­ği âsâr ile ni­ha­yet­siz bir kerem ve ni­ha­yet­siz bir rah­met ve ni­ha­yet­siz bir izzet ve ni­ha­yet­siz bir gay­ret sa­hi­bi olan şu âle­min Rabbi; kerem ve rah­me­ti­ne lâyık mü­kâ­fat, izzet ve gay­re­ti­ne şa­yes­te mü­ca­zat­ta bu­lun­ma­sın.

   Evet şu dünya gi­di­şa­tı­na ba­kıl­sa gö­rü­lü­yor ki; en âciz, en za­îf­ten tut (Ha­şi­ye)

   Rızk-ı helâl, ik­ti­dar ile alın­ma­dı­ğı­na, belki if­ti­ka­ra bi­na­en ve­ril­di­ği­ne de­lil-i kat’î:
   İkti­dar­sız yav­ru­la­rın hüsn-ü ma­işe­ti ve muk­te­dir ca­na­var­la­rın dîk-ı ma­işe­ti;
   hem ze­kâ­vet­siz ba­lık­la­rın se­miz­li­ği ve ze­kâ­vet­li, hi­le­li tilki ve may­mu­nun derd-i ma­işet­le vü­cud­ça za­îf­li­ği­dir.
   Demek rızık, ik­ti­dar ve ih­ti­yar ile ma’kûsen mü­te­na­sib­dir. Ne de­re­ce ik­ti­dar ve ih­ti­ya­rı­na gü­ven­se, o de­re­ce derd-i ma­işe­te müb­te­la olur.

   tâ en ka­vî­ye kadar her can­lı­ya lâyık bir rızık ve­ri­li­yor. En zaif, en âcize en iyi rızık ve­ri­li­yor. Her dert­li­ye um­ma­dı­ğı yer­den der­man ye­tiş­ti­ri­li­yor. Öyle ulvî bir ke­rem­le zi­ya­fet­ler, ik­ram­lar olu­nu­yor ki, ni­ha­yet­siz bir kerem eli için­de iş­le­di­ği­ni be­dâ­he­ten gös­te­ri­yor.

  Me­se­lâ, bahar mev­si­min­de cen­net hu­ri­le­ri tar­zın­da bütün ağaç­la­rı sün­düs-mi­sal li­bas­lar ile giy­di­rip, çiçek ve mey­ve­le­rin mu­ras­sa­atıy­la süs­len­di­rip hiz­met­kâr ede­rek on­la­rın latif el­le­ri olan dal­la­rıy­la, çeşit çeşit en tatlı, en mu­san­na’ mey­ve­le­ri bize tak­dim etmek;
  hem ze­hir­li bir si­ne­ğin eliy­le şi­fa­lı en tatlı balı bize ye­dir­mek;
  hem en güzel ve yu­mu­şak bir li­ba­sı elsiz bir bö­ce­ğin eliy­le bize giy­dir­mek;
  hem rah­me­tin büyük bir ha­zi­ne­si­ni küçük bir çe­kir­dek için­de bizim için sak­la­mak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rah­met eseri ol­du­ğu be­da­he­ten an­la­şı­lır.

   Hem insan ve bazı ca­na­var­lar­dan başka, Güneş ve Ay ve Arz’dan tut, tâ en küçük mah­lu­ka kadar her­şey ke­mal-i dik­kat­le va­zi­fe­si­ne ça­lış­ma­sı, zer­re­ce had­din­den te­ca­vüz et­me­me­si, bir azîm hey­bet tah­tın­da umumî bir itaat bu­lun­ma­sı; büyük bir celal ve izzet sa­hi­bi­nin em­riy­le ha­re­ket et­tik­le­ri­ni gös­te­ri­yor.

   Hem gerek ne­ba­tî ve gerek hay­va­nî ve gerek in­sa­nî bütün vâ­li­de­le­rin o rahîm şef­kat­le­riy­le (Ha­şi­ye)

   Evet aç bir ars­lan, zaif bir yav­ru­su­nu kendi nef­si­ne ter­cih ede­rek, elde et­ti­ği bir eti ye­me­yip yav­ru­su­na ver­me­si;
  -hem kor­kak tavuk, yav­ru­su­nu hi­ma­ye için ite, ara­la­na sal­dır­ma­sı;
  -hem incir ağacı kendi çamur yi­ye­rek yav­ru­su olan mey­ve­le­ri­ne halis süt ver­me­si,
   bil­be­da­he ni­ha­yet­siz Rahîm, Kerim, Şefîk bir zâtın he­sa­bıy­la ha­re­ket et­tik­le­ri­ni kör ol­ma­ya­na gös­te­ri­yor­lar.
   Evet ne­ba­tat ve be­hi­mi­yat gibi şu­ur­suz­la­rın gayet de­re­ce­de şu­ur­kâ­ra­ne ve ha­kî­ma­ne işler gör­me­si biz­za­ru­re gös­te­rir ki: Gayet de­re­ce­de Alîm ve Hakîm bi­ri­si var­dır ki, on­la­rı iş­let­ti­ri­yor. Onlar, onun na­mıy­la iş­li­yor­lar.

   ve süt gibi o latif gıda ile o âciz ve zaif yav­ru­la­rın ter­bi­ye­si, ne kadar geniş bir rah­me­tin cil­ve­si iş­le­di­ği be­da­he­ten an­la­şı­lır.

   Bu âle­min mu­ta­sar­rı­fı­nın madem
   ni­ha­yet­siz böyle bir ke­re­mi,
   ni­ha­yet­siz böyle bir rah­me­ti,
   ni­ha­yet­siz öyle bir celal ve iz­ze­ti var­dır

   Ni­ha­yet­siz celal ve izzet, edeb­siz­le­rin te’di­bi­ni ister.
   Ni­ha­yet­siz kerem, ni­ha­yet­siz ikram ister.
   Ni­ha­yet­siz rah­met; ken­di­ne lâyık ihsan ister.

   Hal­bu­ki bu fâni dün­ya­da ve kısa ömür­de, de­niz­den bir damla gibi mil­yon­lar cüz’den ancak bir cüz’ü yer­le­şir ve te­cel­li eder.

   Demek o ke­re­me lâyık ve o rah­me­te şa­yes­te bir dâr-ı sa­adet ola­cak­tır.

   Yoksa gün­dü­zü ışı­ğıy­la dol­du­ran Gü­ne­şin vü­cu­du­nu inkâr etmek gibi, bu gö­rü­nen rah­me­tin vü­cu­du­nu inkâr etmek lâ­zım­ge­lir. Çünki bir daha dön­me­mek üzere zeval ise; şef­ka­ti mu­si­be­te, mu­hab­be­ti hır­ka­te ve ni­me­ti nık­me­te ve aklı, meş’um bir âlete ve lez­ze­ti eleme kal­bet­tir­mek­le ha­ki­kat-ı rah­me­tin in­ti­fa­sı lâ­zım­ge­lir.

   Hem o celal ve iz­ze­te uygun bir dâr-ı mü­ca­zat ola­cak­tır.

   Çünkü ek­se­ri­ya zalim iz­ze­tin­de, maz­lum zil­le­tin­de kalıp, bu­ra­dan göçüp gi­di­yor­lar. Demek bir mah­ke­me-i küb­ra­ya bı­ra­kı­lı­yor, te’hir edi­li­yor. Yoksa, ba­kıl­mı­yor değil. Bazan dün­ya­da dahi ceza verir. Ku­rûn-u sâ­li­fe­de ce­re­yan eden âsi ve mü­te­mer­rid ka­vim­le­re gelen azab­lar gös­te­ri­yor ki:

   İnsan başı boş değil, bir celal ve gay­ret sil­le­si­ne her vakit ma­ruz­dur.

   Evet hiç müm­kün müdür ki; insan umum mev­cu­dat için­de ehem­mi­yet­li bir va­zi­fe­si, ehem­mi­yet­li bir is­ti­da­dı olsun da, in­sa­nın Rabbi de in­sa­na

  bu kadar mun­ta­zam mas­nu­atıy­la ken­di­ni ta­nıt­tır­sa, mu­ka­bi­lin­de insan iman ile onu ta­nı­maz­sa..
  hem bu kadar rah­me­tin süslü mey­ve­le­riy­le ken­di­ni sev­dir­se; mu­ka­bi­lin­de insan iba­det­le ken­di­ni ona sev­dir­me­se..
  hem bu kadar bu türlü ni­met­le­riy­le mu­hab­bet ve rah­me­ti­ni ona gös­ter­se; mu­ka­bi­lin­de insan şükür ve hamd­le ona hür­met et­me­se;

   ce­za­sız kal­sın, başı boş bı­ra­kıl­sın, o izzet, gay­ret sa­hi­bi Zât-ı Zül­ce­lal bir dâr-ı mü­ca­zat ha­zır­la­ma­sın?

   Hem hiç müm­kün müdür ki: O Rah­man-ı Rahîm’in ken­di­ni

  ta­nıt­tır­ma­sı­na mu­ka­bil; iman ile ta­nı­mak­la
  ve sev­dir­me­si­ne mu­ka­bil, iba­det­le sev­mek ve sev­dir­mek­le
  ve rah­me­ti­ne mu­ka­bil, şükür ile hür­met et­mek­le

   mu­ka­be­le eden mü’min­le­re bir dâr-ı mü­kâ­fa­tı, bir sa­adet-i ebe­di­ye­yi ver­me­sin?

Üçüncü Hakikat

   Bâb-ı hik­met ve ada­let olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cil­ve­si­dir.

   İCMAL – GİRİŞ

   Hiç müm­kün müdür ki: (Ha­şi­ye)

   Evet, “Hiç müm­kün müdür ki” şu cümle çok tek­rar edi­li­yor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki:
   Ekser küfür ve da­la­let; istib’addan ileri gelir. Yani akıl­dan uzak ve muhal görür, inkâr eder.
   İşte Haşir Söz’ünde kat’iyyen gös­te­ril­miş­tir ki: Ha­ki­kî istib’ad, ha­ki­kî mu­ha­li­yet ve akıl­dan uzak­lık ve ha­ki­kî su­ubet, hattâ im­ti­na’ de­re­ce­sin­de müş­ki­lât, küfür yo­lun­da­dır ve da­la­le­tin mes­le­ğin­de­dir.. ve ha­ki­kî imkân ve ha­ki­kî ma­ku­li­yet, hattâ vücub de­re­ce­sin­de sü­hu­let; iman yo­lun­da­dır ve İslâ­mi­yet cad­de­sin­de­dir.
   El­ha­sıl, ehl-i fel­se­fe istib’ad ile in­kâ­ra gider. Onun­cu Söz, istib’ad hangi ta­raf­ta ol­du­ğu­nu o tabir ile gös­te­rir. On­la­rın ağız­la­rı­na bir şamar vurur.

   Zer­re­ler­den gü­neş­le­re kadar ce­re­yan eden hik­met ve in­ti­zam, ada­let ve mi­zan­la ru­bu­bi­ye­tin sal­ta­na­tı­nı gös­te­ren Zât-ı Zül­ce­lal, ru­bu­bi­ye­tin ce­nah-ı hi­ma­ye­si­ne il­ti­ca eden ve hik­met ve ada­le­te iman ve ubu­di­yet­le tev­fik-ı ha­re­ket eden mü’min­le­ri tal­tif et­me­sin ve o hik­met ve ada­le­te küfür ve tuğ­yan ile isyan eden edeb­siz­le­ri te’dib et­me­sin?

   Hal­bu­ki bu mu­vak­kat dün­ya­da o hik­met, o ada­le­te lâyık bin­den biri, in­san­da icra edil­mi­yor, te’hir edi­li­yor. Ehl-i da­la­le­tin çoğu ceza al­ma­dan; ehl-i hi­da­ye­tin de çoğu mü­kâ­fat gör­me­den bu­ra­dan göçüp gi­di­yor­lar.

   Demek bir mah­ke­me-i küb­ra­ya, bir sa­adet-i uz­ma­ya bı­ra­kı­lı­yor.

   TAFSİL – HİKMET AN­LA­TI­LI­YOR

   Evet gö­rü­nü­yor ki; şu âlem­de ta­sar­ruf eden zât, ni­ha­yet­siz bir hik­met­le iş gö­rü­yor. Ona bür­han mı is­ter­sin?

1) Her şeyde mas­la­hat ve fa­ide­le­re ri­ayet et­me­si­dir.

   Gör­mü­yor musun ki: İnsan­da bütün aza, ke­mik­ler ve da­mar­lar­da, hattâ be­de­nin hü­cey­ra­tın­da, her ye­rin­de, her cüz’ünde fay­da­lar ve hik­met­le­rin gö­ze­til­me­si, hattâ bazı âzası, bir ağa­cın ne kadar mey­ve­le­ri varsa, o de­re­ce o uzva hik­met­ler ve fay­da­lar tak­ma­sı gös­te­ri­yor ki; ni­ha­yet­siz bir hik­met eliy­le iş gö­rü­lü­yor.

2) Hem her­şe­yin san’atın­da ni­ha­yet de­re­ce­de in­ti­zam bu­lun­ma­sı gös­te­rir ki, ni­ha­yet­siz bir hik­met ile iş gö­rü­lü­yor.

  Evet güzel bir çi­çe­ğin dakik proğ­ra­mı­nı, kü­çü­cük bir to­hu­mun­da der­cet­mek,
  büyük bir ağa­cın sa­hi­fe-i a’ma­li­ni, ta­rih­çe-i ha­ya­tı­nı, fih­ris­te-i ci­ha­za­tı­nı kü­çü­cük bir çe­kir­dek­te ma­ne­vî kader ka­le­miy­le yaz­mak;

ni­ha­yet­siz bir hik­met ka­le­mi iş­le­di­ği­ni gös­te­rir.

3) Hem her­şe­yin hil­ka­tin­de gayet de­re­ce­de hüsn-ü san’at bu­lun­ma­sı; ni­ha­yet de­re­ce­de hakîm bir Sâni’in nakşı ol­du­ğu­nu gös­te­rir.

   Evet şu kü­çü­cük insan be­de­ni için­de

  bütün kâ­ina­tın fih­ris­te­si­ni,
  bütün ha­za­in-i rah­me­tin anah­tar­la­rı­nı,
  bütün es­ma­la­rı­nın âyi­ne­le­ri­ni der­cet­mek;

   ni­ha­yet de­re­ce­de bir hüsn-ü san’at için­de bir hik­me­ti gös­te­rir.

   Şimdi hiç müm­kün müdür ki, şöyle ic­ra­at-ı ru­bu­bi­yet­te hâkim bir hik­met;

   o ru­bu­bi­ye­tin ka­na­dı­na il­ti­ca eden ve iman ile itaat eden­le­rin tal­ti­fi­ni is­te­me­sin ve ebedî tal­tif et­me­sin?

   TAFSİL – ADALET AN­LA­TI­LI­YOR

   Hem ada­let ve mizan ile iş gö­rül­dü­ğü­ne bür­han mı is­ter­sin?

1) Her­şe­ye has­sas mi­zan­lar­la, mah­sus öl­çü­ler­le vücud ver­mek, suret giy­dir­mek, yerli ye­ri­ne koy­mak; ni­ha­yet­siz bir ada­let ve mizan ile iş gö­rül­dü­ğü­nü gös­te­rir.

2) Hem her hak sa­hi­bi­ne is­ti­da­dı nis­be­tin­de hak­kı­nı ver­mek, yani vü­cu­du­nun bütün le­va­zı­ma­tı­nı, be­ka­sı­nın bütün ci­ha­za­tı­nı en mü­na­sib bir tarz­da ver­mek; ni­ha­yet­siz bir ada­let elini gös­te­rir.

3) Hem is­ti­dad li­sa­nıy­la, ih­ti­yac-ı fıtrî li­sa­nıy­la, ız­dı­rar li­sa­nıy­la sual edi­len ve is­te­ni­len her­şe­ye daimî cevab ver­mek; ni­ha­yet de­re­ce­de bir adl ve hik­me­ti gös­te­ri­yor.

   Şimdi hiç müm­kün müdür ki, böyle en küçük bir mah­lu­kun, en küçük bir ha­ce­ti­nin im­da­dı­na koşan bir ada­let ve hik­met;

   insan gibi en büyük bir mah­lu­kun beka gibi en büyük bir ha­ce­ti­ni müh­mel bı­rak­sın? En büyük is­tim­da­dı­nı ve en büyük su­ali­ni ce­vab­sız bı­rak­sın? Ru­bu­bi­ye­tin haş­me­ti­ni, iba­dı­nın hu­ku­ku­nu mu­ha­fa­za et­mek­le mu­ha­fa­za et­me­sin?

   Hal­bu­ki şu fâni dün­ya­da kısa bir hayat ge­çi­ren insan, öyle bir ada­le­tin ha­ki­ka­tı­na maz­har ola­maz ve ola­mı­yor.

   Belki bir mah­ke­me-i küb­ra­ya bı­ra­kı­lı­yor.

   Zira ha­ki­kî ada­let ister ki: Şu kü­çü­cük insan, şu kü­çük­lü­ğü nis­be­tin­de değil, belki ci­na­ye­ti­nin bü­yük­lü­ğü, ma­hi­ye­ti­nin ehem­mi­ye­ti ve va­zi­fe­si­nin aza­me­ti nis­be­tin­de mü­kâ­fat ve mü­ca­zat gör­sün.

   İCMAL – NETİCE

   Madem şu fâni, ge­çi­ci dünya; ebed için halk olu­nan insan hu­su­sun­da öyle bir ada­let ve hik­me­te maz­ha­ri­yet­ten çok uzak­tır.

   El­bet­te âdil olan o Zât-ı Ce­lil-i Zül­ce­mal’in ve Hakîm olan o Zât-ı Ce­mil-i Zül­ce­lal’in

   daimî bir Ce­hen­nem’i ve ebedî bir Cen­net’i bu­lu­na­cak­tır.

Dördüncü Hakikat

   Bâb-ı cûd ve ce­mal­dir. İsm-i Cev­vad ve Cemil’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Ni­ha­yet­siz cûd ve se­ha­vet, tü­ken­mez ser­vet, bit­mez ha­zi­ne­ler, mi­sil­siz ser­me­dî cemal, ku­sur­suz ebedî kemal; bir dâr-ı sa­adet ve ma­hall-i zi­ya­fet için­de daimî bu­lu­na­cak olan muh­taç şâ­kir­le­ri, müş­tak âyi­ne­dar­la­rı, mü­te­hay­yir se­yir­ci­le­ri is­te­me­sin­ler?

•  Evet dünya yü­zü­nü bu kadar mü­zey­yen mas­nu­atıy­la süs­len­dir­mek,
•  Ay ile Gü­ne­şi lâmba yap­mak,
•  yer­yü­zü­nü bir sof­ra-i nimet ede­rek mat’uma­tın en güzel çe­şit­le­riy­le dol­dur­mak,
•  mey­ve­li ağaç­la­rı birer kab yap­mak, her mev­sim­de bir­çok de­fa­lar tec­did etmek;

   had­siz bir cûd ve se­ha­ve­ti gös­te­rir.

   Böyle ni­ha­yet­siz bir cûd u se­ha­vet; öyle tü­ken­mez ha­zi­ne­ler ve rah­met, hem daimî, hem arzu edi­len her­şey için­de bu­lu­nur bir dâr-ı zi­ya­fet ve ma­hall-i sa­adet ister.

   Hem kat’î ister ki; o zi­ya­fet­ten te­lez­züz eden­ler, o ma­hall-i sa­adet­te devam et­sin­ler, ebedî kal­sın­lar. Tâ zeval ve fi­rak­la elem çek­me­sin­ler. Çünki ze­val-i elem lez­zet ol­du­ğu gibi, ze­val-i lez­zet dahi elem­dir. Öyle se­ha­vet, elem çek­tir­mek is­te­mez.

   Demek ebedî bir Cen­net’i, hem için­de ebedî muh­taç­la­rı ister.

   Çünki ni­ha­yet­siz cûd u seha, ni­ha­yet­siz ihsan etmek ister, ni­met­len­dir­mek ister. Ni­ha­yet­siz ihsan ve ni­met­len­dir­mek ise, ni­ha­yet­siz min­net­tar­lık, ni­met­len­mek ister. Bu ise, ih­sa­na maz­har olan şah­sın de­vam-ı vü­cu­du­nu ister. Tâ, daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve min­net­tar­lı­ğı­nı gös­ter­sin. Yoksa zeval ile acı­la­şan cüz’î bir te­lez­züz, kı­sa­cık bir za­man­da öyle bir cûd u se­ha­nın muk­te­za­sıy­la ka­bil-i tev­fik de­ğil­dir.

  Hem dahi meş­her-i san’at-ı İla­hi­ye olan ak­tar-ı âlem ser­gi­le­ri­ne bak.
•  Yer­yü­zün­de­ki ne­ba­tat ve hay­va­na­tın el­le­rin­de olan ilâ­nat-ı Rab­ba­ni­ye­ye dik­kat et. (Ha­şi­ye)

   Evet kemik gibi bir kuru ağa­cın ucun­da­ki tel gibi in­ce­cik bir sapta gayet mü­nak­kaş, mü­zey­yen bir çiçek ve gayet mu­san­na’ ve mu­ras­sa’ bir meyve, el­bet­te gayet san’at­per­ver mu’ci­ze­kâr ve hik­met­tar bir Sâni’in me­ha­sin-i san’atını zî­şu­ura okut­tu­ran bir ilân­na­me­dir.
   İşte ne­ba­ta­ta hay­va­na­tı dahi kıyas et.

  Me­ha­sin-i ru­bu­bi­ye­tin del­lâl­la­rı olan en­bi­ya ve ev­li­ya­ya kulak ver.

   Nasıl müt­te­fi­kan Sâni’-i Zül­ce­lal’in ku­sur­suz ke­ma­lâ­tı­nı, hâ­ri­ka san’at­la­rı­nın teş­hi­riy­le gös­te­ri­yor­lar, beyan edi­yor­lar, en­zar-ı dik­ka­ti cel­be­di­yor­lar.

   Demek bu âle­min Sâni’inin pek mühim ve hay­ret ve­ri­ci ve gizli ke­ma­lâ­tı var­dır. Bu hâ­ri­ka san’at­lar­la on­la­rı gös­ter­mek ister. Çünki gizli, ku­sur­suz ke­ma­lât ise, tak­dir edici, is­tih­san edici, mâ­şâ­al­lah di­ye­rek mü­şa­he­de edi­ci­le­rin baş­la­rın­da teş­hir ister. Daimî ke­ma­lât ise, daimî te­za­hür ister. O ise, tak­dir ve is­tih­san edi­ci­le­rin de­vam-ı vü­cu­du­nu ister. Be­ka­sı ol­ma­yan is­tih­san edi­ci­nin na­za­rın­da, ke­ma­lâ­tın kıy­me­ti sukut eder (Ha­şi­ye)

   Evet du­rub-u em­sal­den­dir ki: Bir dünya gü­ze­li, bir zaman ken­di­ne mef­tun olmuş âdi bir adamı hu­zu­run­dan tar­de­der. O adam ken­di­ne te­sel­li ver­mek için: “Tuh, ne kadar çir­kin­dir” der. O gü­ze­lin gü­zel­li­ği­ni nef­ye­der.
   Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm as­ma­sı al­tı­na girer. Üzüm­le­ri yemek ister. Ko­par­ma­ğa eli ye­tiş­mez. As­ma­ya da çı­ka­maz. Kendi ken­di­ne te­sel­li ver­mek için kendi li­sa­nıy­la “Ek­şi­dir” der. Güm­ler gider…

   Hem dahi, kâ­ina­tın yü­zün­de se­ril­miş olan ga­yet­le güzel ve san’atlı ve par­lak ve süslü şu mev­cu­dat; ışık Gü­ne­şi bil­dir­di­ği gibi, mi­sil­siz ma­ne­vî bir ce­ma­lin me­ha­si­ni­ni bil­di­rir ve na­zir­siz, hafî bir hüs­nün le­ta­ifi­ni iş’ar edi­yor. (Ha­şi­ye)

   Âyi­ne-mi­sal mev­cu­da­tın bir­bi­ri ar­ka­sın­da zeval ve fe­na­la­rıy­la be­ra­ber, ar­ka­la­rın­dan ge­len­le­rin üs­tün­de ve yüz­le­rin­de aynı hüsün ve ce­ma­lin cil­ve­si­nin bu­lun­ma­sı gös­te­rir ki: Cemal on­la­rın değil; belki o ce­mal­ler, bir hüsn-ü mü­nez­zeh ve bir ce­mal-i mu­kad­de­sin âyâtı ve ema­ra­tı­dır.

   O mü­nez­zeh hüsün, o mu­kad­des ce­ma­lin cil­ve­sin­den, es­ma­lar­da, belki her isim­de çok gizli de­fi­ne­ler bu­lun­du­ğu­nu işa­ret eder.

   İşte şu de­re­ce âlî, na­zir­siz, gizli bir cemal ise; kendi me­ha­si­ni­ni bir mir’atta gör­mek ve hüs­nü­nün de­re­ca­tı­nı ve ce­ma­li­nin mik­yas­la­rı­nı zî­şu­ur ve müş­tak bir âyi­ne­de mü­şa­he­de etmek is­te­di­ği gibi, baş­ka­la­rı­nın na­za­rıy­la yine sev­gi­li ce­ma­li­ne bak­mak için, gö­rün­mek de ister.

   Demek iki ve­cih­le kendi ce­ma­li­ne bak­mak; biri: Her­bi­ri başka başka renk­te olan âyi­ne­ler­de biz­zât mü­şa­he­de etmek. Di­ğe­ri: Müş­tak olan se­yir­ci ve mü­te­hay­yir olan is­tih­san­cı­la­rın mü­şa­he­de­si ile mü­şa­he­de etmek ister.

   Demek hüsün ve cemal, gör­mek ve gö­rün­mek ister. Gör­mek, gö­rün­mek ise; müş­tak se­yir­ci, mü­te­hay­yir is­tih­san edi­ci­le­rin vü­cu­du­nu ister. Hüsün ve cemal, ebedî ser­me­dî ol­du­ğun­dan müş­tak­la­rın de­vam-ı vü­cud­la­rı­nı ister. Çünki daimî bir cemal ise; zâil bir müş­ta­ka razı ola­maz. Zira dön­me­mek üzere ze­va­le mah­kûm olan bir se­yir­ci, ze­va­lin ta­sav­vu­ruy­la mu­hab­be­ti ada­ve­te döner, hay­re­ti is­tih­fa­fa, hür­me­ti tah­ki­re mey­le­der. Çünki hod­gâm insan bil­me­di­ği şeye düş­man ol­du­ğu gibi, ye­tiş­me­di­ği şeye de zıd­dır. Hal­bu­ki ni­ha­yet­siz bir mu­hab­bet, had­siz bir şevk ve is­tih­san ile mu­ka­be­le­ye lâyık olan bir ce­ma­le karşı zım­nen bir ada­vet ve kin ve inkâr ile mu­ka­be­le eder.

   İşte kâfir, Allah’ın düş­ma­nı ol­du­ğu­nun sırrı bun­dan an­la­şı­lı­yor.

   Madem o ni­ha­yet­siz se­ha­vet-i cûd, o mi­sil­siz ce­mal-i hüsün, o ku­sur­suz ke­ma­lât; ebedî mü­te­şek­kir­le­ri, müş­tak­la­rı, müs­tah­sin­le­ri ik­ti­za eder­ler.

   Hal­bu­ki şu mi­sa­fir­ha­ne-i dün­ya­da gö­rü­yo­ruz; her­kes çabuk gidip, kay­bo­lu­yor. O se­ha­ve­tin ih­sa­nı­nı ancak az bir parça tadar. İşti­ha­sı açı­lır, fakat yemez gider. O cemal, O ke­ma­lin dahi ancak biraz ışı­ğı­na, belki bir zaîf göl­ge­si­ne bir anda bakıp, doy­ma­dan gider.

   Demek, bir sey­ran­gâh-ı da­imî­ye gi­di­li­yor.

   El­ha­sıl: Na­sıl­ki şu âlem bütün mev­cu­da­tıy­la Sâni’-i Zül­ce­lal’ine kat’î de­la­let eder; Sâni’-i Zül­ce­lal’in de sıfât ve es­ma-i kud­si­ye­si, dâr-ı âhi­re­te de­la­let eder ve gös­te­rir ve ister.

Beşinci Hakikat

   Bâb-ı şef­kat ve ubu­di­yet-i Mu­ham­me­di­ye­dir (Aley­his­sa­lâ­tü Ves-se­lâm) İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: En edna bir ha­ce­ti, en edna bir mah­lu­kun­dan görüp ke­mal-i şef­kat­le um­ma­dı­ğı yer­den is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mah­lu­kun­dan işi­tip imdad eden, li­san-ı hal ve kal ile is­te­ni­len her­şe­ye ica­bet eden ni­ha­yet­siz bir şef­kat ve bir mer­ha­met sa­hi­bi bir Rab; en büyük bir ab­din­den (Ha­şi­ye)

   Evet bi­nüç­yüz elli sene sal­ta­nat süren ve sal­ta­na­tı devam eden
   ve ekser za­man­da üç­yü­zel­li mil­yon­dan zi­ya­de ra­iye­ti bu­lu­nan
   ve her gün bütün ra­iye­ti onun­la tec­did-i biat eden ve onun ke­ma­lâ­tı­na şe­ha­det eden
   ve ke­mal-i ita­at­le eva­mi­ri­ne in­kı­yad eden
   ve Arzın nısfı ve nev’-i be­şe­rin humsu o zâtın sıbgı ile sıb­ga­lan­sa, yani ma­ne­vî ren­giy­le renk­len­se
   ve o zât on­la­rın mah­bub-u ku­lû­bu ve mü­reb­bi-i er­va­hı olsa;
   el­bet­te o zât, şu kâ­inat­ta ta­sar­ruf eden Rabb’in en büyük ab­di­dir.
   Hem ekser enva’-ı kâ­inat o zâtın birer mey­ve-i mu’ci­ze­si­ni ta­şı­mak su­re­tiy­le onun va­zi­fe­si­ni ve me­mu­ri­ye­ti­ni al­kış­la­sa,
   el­bet­te o zât, şu kâ­inat Hâ­lı­kı­nın en sev­gi­li mah­lu­ku­dur.
   Hem bütün in­sa­ni­yet, bütün is­ti­da­dıy­la is­te­di­ği beka gibi bir ha­ce­ti ki; o hacet ise, in­sa­nı es­fel-i sa­fi­lîn­den a’lâ-yı il­liy­yî­ne çı­ka­rı­yor.
   El­bet­te o hacet, en büyük bir ha­cet­tir ve en büyük bir abd, umu­mun na­mı­na onu Ka­dıyy-ül Hacat’tan is­te­yecek.

   en sev­gi­li bir mah­lu­kun­dan en büyük ha­ce­ti­ni görüp bi­tir­me­sin, is’af et­me­sin; en yük­sek duayı işi­tip kabul et­me­sin?

   Evet me­se­lâ hay­va­na­tın za­îf­le­ri­nin ve yav­ru­la­rı­nın rızık ve ter­bi­ye­le­ri hu­su­sun­da gö­rü­nen lütuf ve sü­hu­le­ti gös­te­ri­yor ki: Şu kâ­ina­tın Mâ­li­ki, ni­ha­yet­siz bir rah­met­le ru­bu­bi­yet eder.

   Ru­bu­bi­ye­tin­de bu de­re­ce ra­hî­ma­ne bir şef­kat, hiç kabil midir ki mah­lu­ka­tın en ef­da­li­nin en güzel du­ası­nı kabul et­me­sin?

   Bu ha­ki­ka­tı On­do­ku­zun­cu Söz’de izah et­ti­ğim vec­hi­le, şu­ra­da dahi mü­ker­re­ren şöyle beyan ede­lim:

   Ey nef­sim­le be­ra­ber beni din­le­yen ar­ka­daş! Hi­kâ­ye-i tem­si­li­ye­de de­miş­tik: Bir adada bir iç­ti­ma varBir ya­ver-i ekrem bir nutuk oku­yor. Onun işa­ret et­ti­ği ha­ki­kat şöy­le­dir ki:

   Gel! Bu za­man­dan te­cer­rüd edip, fik­ren Asr-ı Sa­adet’e ve ha­ya­len Ce­zi­ret-ül Arab’a gi­di­yo­ruz. Tâ ki, Re­sul-i Ekrem’i (Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm) va­zi­fe ba­şın­da ve ubu­di­yet için­de görüp, zi­ya­ret ede­riz.

   Bak! O zât na­sıl­ki ri­sa­le­tiy­le, hi­da­ye­tiy­le sa­adet-i ebe­di­ye­nin se­beb-i hu­su­lü ve ve­si­le-i vu­su­lü­dür.

   Onun gibi, ubu­di­ye­tiy­le ve du­asıy­la, o sa­ade­tin se­beb-i vü­cu­du ve Cen­net’in ve­si­le-i ica­dı­dır.

   İşte bak! O zât öyle bir sa­lât-ı küb­ra­da, bir iba­det-i ul­yâ­da sa­adet-i ebe­di­ye için dua edi­yor ki, güya bu ce­zi­re, belki bütün Arz onun aza­met­li na­ma­zıy­la namaz kılar, niyaz eder.
   Çünki ubu­di­ye­ti ise; ona it­ti­ba eden üm­me­tin ubu­di­ye­ti­ni ta­zam­mun et­ti­ği gibi,
   mu­va­fa­kat sır­rıy­la bütün en­bi­ya­nın sırr-ı ubu­di­ye­ti­ni ta­zam­mun eder.

   Hem o sa­lât-ı küb­ra­yı öyle bir ce­ma­at-ı uz­ma­da kılar, niyaz edi­yor ki; güya be­nî-Âde­min Haz­ret-i Âdem’den as­rı­mı­za kadar, belki kı­ya­me­te kadar bütün nu­ra­nî ve kâmil in­san­lar ona te­ba­iyet­le ik­ti­da edip du­ası­na âmîn der­ler. (Ha­şi­ye)

   Evet mü­na­cat-ı Ah­me­di­ye (A.S.M.) za­ma­nın­dan şim­di­ye kadar bütün üm­me­tin bütün sa­lât­la­rı ve sa­la­vat­la­rı onun du­ası­na bir âmîn-i daimî ve bir iş­ti­rak-i umu­mî­dir. Hattâ ona ge­ti­ri­len her­bir sa­la­vat dahi, onun du­ası­na birer âmîn­dir ve üm­me­ti­nin her­bir ferdi, her bir na­ma­zın için­de ona salât ü selâm ge­tir­mek ve ka­met­ten sonra Şa­fi­île­rin ona dua et­me­si; onun sa­adet-i ebe­di­ye hu­su­sun­da­ki du­ası­na gayet kuv­vet­li ve umumî bir âmîn­dir.
   İşte bütün be­şe­rin fıt­rat-ı in­sa­ni­yet li­san-ı ha­liy­le, bütün kuv­ve­tiy­le is­te­di­ği beka ve sa­adet-i ebe­di­ye­yi; o nev’-i beşer na­mı­na Zât-ı Ah­me­di­ye (A.S.M.) is­ti­yor ve be­şe­rin nu­ra­nî kısmı, onun ar­ka­sın­da âmîn di­yor­lar.
   Acaba hiç müm­kün müdür ki, şu dua ka­bu­le karîn ol­ma­sın?

   Bak, hem öyle beka gibi bir ha­cet-i âmme için dua edi­yor ki; değil ehl-i Arz, belki ehl-i se­ma­vat, belki bütün mev­cu­dat ni­ya­zı­na iş­ti­rak edip li­san-ı hal ile: “Oh, evet yâ Rab­be­na! Ver, du­ası­nı kabul et. Biz de is­ti­yo­ruz.” di­yor­lar.

   Hem bak! Öyle ha­zî­na­ne, öyle mah­bu­ba­ne, öyle müş­ta­ka­ne, öyle ta­zar­ru­kâ­ra­ne sa­adet-i bâ­ki­ye is­ti­yor ki; bütün kâ­ina­tı ağ­lat­tı­rıp, du­ası­na iş­ti­rak et­ti­ri­yor.

   Bak hem öyle bir mak­sad, öyle bir gaye için sa­adet is­te­yip, dua edi­yor ki; in­sa­nı ve bütün mah­lu­ka­tı es­fel-i sa­fi­lîn olan fe­na-yı mut­la­ka su­kut­tan, kıy­met­siz­lik­ten, fa­ide­siz­lik­ten, abe­si­yet­ten a’lâ-yı il­liy­yîn olan kıy­me­te, be­ka­ya, ulvî va­zi­fe­ye, mek­tu­bat-ı Sa­me­da­ni­ye ol­ma­sı de­re­ce­si­ne çı­ka­rı­yor.

   Bak hem öyle yük­sek bir fi­zar-ı is­tim­dad­kâ­ra­ne ile is­ti­yor ve öyle tatlı bir ni­yaz-ı is­tir­ham­kâ­ra­ne ile yal­va­rı­yor ki: Güya bütün mev­cu­da­ta, se­ma­va­ta, arşa işit­ti­rip vecde ge­ti­rip du­ası­na: “Âmîn, Al­la­hüm­me âmîn” de­dir­ti­yor. (Ha­şi­ye)

   Evet şu âle­min mu­ta­sar­rı­fı, bütün ta­sar­ru­fa­tı bil­mü­şa­he­de şu­ura­ne, alî­ma­ne, ha­kî­ma­ne ol­du­ğu halde; hiç­bir ci­het­le müm­kün de­ğil­dir ki; o mu­ta­sar­rıf, kendi mas­nu­atı için­de en müm­taz bir fer­din ha­re­kâ­tı­na şuuru ve ıt­tı­laı bu­lun­ma­sın.
   Hem hiç­bir ci­het­le müm­kün de­ğil­dir ki; o Mu­ta­sar­rıf-ı Alîm, o ferd-i müm­ta­zın ha­re­kâ­tı­na ve da­avâ­tı­na (du­ala­rı­na) ıt­tı­laı bu­lun­du­ğu halde ona karşı lâ­kayd kal­sın, ehem­mi­yet ver­me­sin.
   Hem hiç­bir ci­het­le müm­kün de­ğil­dir ki; o Mu­ta­sar­rıf-ı Ka­dîr-i Rahîm; onun du­ala­rı­na lâ­kayd kal­ma­dı­ğı halde, o du­ala­rı kabul et­me­sin.
   Evet Zât-ı Ah­me­di­ye’nin (A.S.M.) nu­ruy­la âle­min şekli de­ğiş­ti. İnsan ve bütün kâ­ina­tın ma­hi­yet-i ha­ki­ki­ye­le­ri o nur, o ziya ile in­ki­şaf etti ve gö­rün­dü ki: Şu kâ­ina­tın mev­cu­da­tı; es­ma-i İla­hi­ye­yi oku­tan birer mek­tu­bat-ı Sa­me­da­ni­ye, birer mu­vaz­zaf memur ve be­ka­ya maz­har kıy­met­tar ve ma­ni­dar birer mev­cud­dur­lar.
   Eğer o nur ol­ma­sa idi, mev­cu­dat fe­na-yı mut­la­ka mah­kûm ve kıy­met­siz, ma­na­sız, fa­ide­siz, abes, kar­ma­ka­rı­şık, te­sa­düf oyun­ca­ğı bir zul­met-i evham için­de ka­lır­dı.
   İşte şu sır­dan­dır ki: İnsan­lar Zât-ı Ah­me­di­ye’nin (A.S.M.) du­ası­na âmîn de­dik­le­ri gibi, arş ve ferş ve se­ra­dan sü­rey­ya­ya kadar bütün mev­cu­dat onun nu­ruy­la if­ti­har edip, alâ­ka­dar­lık gös­te­ri­yor­lar. Zâten ubu­di­yet-i Ah­me­di­ye­nin (A.S.M.) ruhu, du­adır. Belki kâ­ina­tın ha­re­kâ­tı ve hi­de­ma­tı, bir nevi du­adır. Me­se­lâ: Bir çe­kir­de­ğin ha­re­ke­ti; Hâ­lı­kın­dan, bir ağaç ol­ma­sı­na bir nevi du­adır.

   Bak hem öyle Semî‘ ve Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den sa­adet ve be­ka­yı is­ti­yor ki; bil­mü­şa­he­de en gizli bir zî­ha­ya­tın en gizli bir ar­zu­su­nu, en hafî bir ni­ya­zı­nı görür, işi­tir, kabul eder, mer­ha­met eder. Li­san-ı hal ile de olsa ica­bet eder. Öyle su­ret-i ha­kî­ma­ne, ba­sî­ra­ne, ra­hî­ma­ne­de verir ve ica­bet eder ki; şübhe bı­rak­maz o ter­bi­ye ve ted­bir öyle Semî’ ve Basîr’e mah­sus, öyle bir Kerim ve Rahîm’e has­tır.

   Acaba bütün be­nî-Âde­mi ar­ka­sı­na alıp şu Arz üs­tün­de durup, arş-ı a’zama mü­te­vec­ci­hen el kal­dı­rıp, nev’-i be­şe­rin hü­lâ­sa-i ubu­di­ye­ti­ni câmi’ ha­ki­kat-ı ubu­di­yet-i Ah­me­di­ye (A.S.M.) için­de dua eden şu şe­ref-i nev’-i insan ve fe­rîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâ­inat (A.S.M.) ne is­ti­yor, din­le­ye­lim.

•  Bak, ken­di­ne ve üm­me­ti­ne sa­adet-i ebe­di­ye is­ti­yor, beka is­ti­yor, Cen­net is­ti­yor.
•  Hem mev­cu­dat âyi­ne­le­rin­de ce­mal­le­ri­ni gös­te­ren bütün es­ma-i kud­si­ye-i İla­hi­ye ile be­ra­ber is­ti­yor. O es­ma­dan şe­fa­at taleb edi­yor, gö­rü­yor­sun.

   Eğer âhi­re­tin he­sab­sız es­bab-ı mû­ci­be­si, de­la­il-i vü­cu­du ol­ma­sa idi; yal­nız şu zâtın tek duası, ba­ha­rı­mı­zın icadı kadar Hâ­lık-ı Rahîm’in kud­re­ti­ne hafif gelen şu Cen­net’in bi­na­sı­na se­be­bi­yet ve­re­cek­ti. (Ha­şi­ye)

   Evet âhi­re­te nis­be­ten gayet dar bir sa­hi­fe hük­mün­de olan rûy-i ze­min­de hadd ü he­sa­ba gel­me­yen hâ­ri­ka san’at nü­mu­ne­le­ri­ni ve haşir ve kı­ya­me­tin mi­sal­le­ri­ni gös­ter­mek ve üçyüz bin kitab hük­mün­de olan mun­ta­zam enva’-ı mas­nu­atı, o tek sa­hi­fe­de ke­mal-i in­ti­zam ile yazıp der­cet­mek; el­bet­te geniş olan âlem-i âhi­ret­te latif ve mun­ta­zam Cen­net’in bi­na­sın­dan ve ica­dın­dan daha müş­kil­dir.
   Evet Cen­net ba­har­dan ne kadar yük­sek ise, o de­re­ce bahar bah­çe­le­ri­nin hil­ka­ti, o Cen­net’ten daha müş­kil­dir ve hay­ret­fe­za­dır de­ni­le­bi­lir.

   Evet ba­ha­rı­mız­da yer yü­zü­nü bir mah­şer eden, yüz­bin haşir nü­mu­ne­le­ri­ni icad eden Ka­dîr-i Mut­lak’a, Cen­net’in icadı nasıl ağır ola­bi­lir?

   Demek na­sıl­ki onun ri­sa­le­ti, şu dâr-ı im­ti­ha­nın açıl­ma­sı­na se­be­bi­yet verdi,

لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ  sırrına mazhar oldu.

"Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım." Ali el-Kâri, Şerhü'ş-Şifâ: 1:6; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 2:164

   Onun gibi, ubu­di­ye­ti dahi öteki dâr-ı sa­ade­tin açıl­ma­sı­na se­be­bi­yet verdi.

   Acaba hiç müm­kün müdür ki, bütün akıl­la­rı hay­ret­te bı­ra­kan şu in­ti­zam-ı âlem ve geniş rah­met için­de ku­sur­suz hüsn-ü san’at, mi­sil­siz ce­mal-i ru­bu­bi­yet; o duaya ica­bet et­me­mek­le böyle bir çir­kin­li­ği, böyle bir mer­ha­met­siz­li­ği, böyle bir in­ti­zam­sız­lı­ğı kabul etsin?

   Yani en cüz’î, en ehem­mi­yet­siz ar­zu­la­rı, ses­le­ri ehem­mi­yet­le işi­tip îfa etsin, ye­ri­ne ge­tir­sin.

   En ehem­mi­yet­li, lü­zum­lu ar­zu­la­rı ehem­mi­yet­siz görüp işit­me­sin, an­la­ma­sın, yap­ma­sın? Hâşâ ve kellâ, yüz­bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çir­kin­li­ği kabul edip çir­kin ola­maz (Ha­şi­ye)

   Evet in­kı­lab-ı ha­ka­ik it­ti­fa­ken mu­hal­dir. Ve in­kı­lab-ı ha­ka­ik için­de mu­hal-en­der-mu­hal, bir zıd kendi zıd­dı­na in­kı­la­bı­dır. Ve bu in­kı­lab-ı ezdad için­de bil­be­da­he bin de­re­ce muhal şudur ki: Zıd, kendi ma­hi­ye­tin­de kal­mak­la be­ra­ber, kendi zıd­dı­nın aynı olsun. Me­se­lâ: Ni­ha­yet­siz bir cemal; ha­ki­kî cemal iken, ha­ki­kî çir­kin­lik olsun.
   İşte şu mi­sa­li­miz­de meş­hud ve kat’iyy-ül vücud olan bir ce­mal-i ru­bu­bi­yet; ce­mal-i ru­bu­bi­yet ma­hi­ye­tin­de daim iken, ayn-ı çir­kin­lik olsun. İşte dün­ya­da muhal ve bâtıl mi­sal­le­rin en aci­bi­dir.

   Demek, Re­sul-i Ekrem Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm; ri­sa­le­tiy­le dün­ya­nın ka­pı­sı­nı aç­tı­ğı gibi, ubu­di­ye­tiy­le de âhi­re­tin ka­pı­sı­nı açar.

عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَ دَارِ الْجِنَانِ ٭ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذلِكَ الْحَبِيبُ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الْمُرْسَلِينَ آمِينَ

Dünya ve Cennetler dolusu Rahmân'ın rahmeti onun üzerine olsun. Allahım! Kulun ve resulün olan, iki cihanın efendisi ve iki âlemin medar-ı iftiharı ve iki dünyanın hayatı ve iki cihan saadetinin vesilesi ve zülcenâheyn ve cin ve insin peygamberi olan şu Habîbine, bütün âl ve ashabına ve nebî ve resul kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin.

Altıncı Hakikat

   Bâb-ı haş­met ve ser­me­di­yet olup, ism-i Celil ve Bâki cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Bütün mev­cu­da­tı Gü­neş­ler­den, ağaç­lar­dan zer­re­le­re kadar emir­ber nefer hük­mün­de tes­hir ve idare eden bir haş­met-i ru­bu­bi­yet; şu mi­sa­fir­ha­ne-i dün­ya­da mu­vak­kat bir hayat ge­çi­ren pe­ri­şan fâ­ni­ler üs­tün­de dur­sun.. ser­me­dî, bâki bir da­ire-i haş­met ve ebedî, âlî bir me­dar-ı ru­bu­bi­ye­ti icad et­me­sin?

  Evet şu kâ­inat­ta gö­rü­nen mev­sim­le­rin de­ğiş­me­si gibi haş­met­li ic­ra­at
•  ve sey­ya­ra­tın tay­ya­re-mi­sal ha­re­ket­le­ri gibi aza­met­li ha­re­kât
  ve Arzı in­sa­na beşik, Gü­ne­şi halka lâmba yap­mak gibi deh­şet­li tes­hi­rat
  ve ölmüş, ku­ru­muş Kü­re-i Arzı di­rilt­mek, süs­len­dir­mek gibi geniş tah­vi­lat gös­te­ri­yor ki:

   Perde ar­ka­sın­da böyle mu­az­zam bir ru­bu­bi­yet var, muh­te­şem bir sal­ta­nat­la hük­me­di­yor. Böyle bir sal­ta­nat-ı ru­bu­bi­yet, ken­di­ne lâyık bir ra­iyet ister ve şa­yes­te bir maz­har ister.

1) Hal­bu­ki gö­rü­yor­sun: Ma­hi­yet­çe en câmi’ ve mühim ra­iye­ti ve ben­de­le­ri, şu mi­sa­fir­ha­ne-i dün­ya­da pe­ri­şan bir su­ret­te mu­vak­ka­ten top­lan­mış­lar. Mi­sa­fir­ha­ne ise; her gün dolar, bo­şa­nır.

2) Hem bütün ra­iyet, tec­rü­be-i hiz­met için şu mey­dan-ı im­ti­han­da mu­vak­ka­ten bu­lu­nu­yor­lar. Mey­dan ise, her saat te­bed­dül eder.

3) Hem bütün o ra­iyet, Sâni’-i Zül­ce­lal’in kıy­met­tar ih­sa­na­tı­nın nü­mu­ne­le­ri­ni ve hâ­ri­ka san’at an­ti­ka­la­rı­nı çar­şı-yı âlem ser­gi­le­rin­de, ti­ca­ret na­za­rın­da te­ma­şa etmek için, şu teş­hir­gâh­ta bir­kaç da­ki­ka durup sey­re­di­yor­lar; sonra kay­bo­lu­yor­lar. Şu meş­her ise, her da­ki­ka ta­hav­vül edi­yor. Giden gel­mez, gelen gider.

   İşte bu hal ve şu va­zi­yet kat’î gös­te­ri­yor ki: Şu mi­sa­fir­ha­ne ve şu mey­dan ve şu meş­her­le­rin ar­ka­sın­da; o ser­me­dî sal­ta­na­ta medar ve maz­har ola­cak daimî sa­ray­lar, müs­te­mir mes­ken­ler, şu dün­ya­da gör­dü­ğü­müz nü­mu­ne­le­rin ve su­ret­le­rin en hâlis ve en yük­sek asıl­la­rıy­la dolu bağ ve ha­zi­ne­le­ri var­dır.

   Demek bu­ra­da ça­ba­la­mak, onlar için­dir. Şu­ra­da ça­lış­tı­rır, orada ücret verir. Her­ke­sin is­ti­da­dı­na göre -eğer kay­bet­mez­se- orada bir sa­ade­ti var­dır.

   Evet öyle ser­me­dî bir sal­ta­nat, mu­hal­dir ki; şu fâ­ni­ler ve zâil ze­lil­ler üs­tün­de dur­sun.

   Şu ha­ki­ka­ta, şu tem­sil dûr­bî­niy­le bak ki: Me­se­lâ sen yolda gi­di­yor­sun, gö­rü­yor­sun ki; yol için­de bir han var. Bir büyük zât o hanı, ken­di­ne gelen mi­sa­fir­le­ri­ne yap­mış. O mi­sa­fir­le­rin bir gece te­nez­züh ve ib­ret­le­ri için, o hanın tez­yi­na­tı­na mil­yon­lar al­tun­lar sar­fe­di­yor.

   Hem o mi­sa­fir­ler o tez­yi­nat­tan pek azı ve az bir za­man­da bakıp, o ni­met­ler­den pek az bir va­kit­te, az bir şey tadıp, doy­ma­dan gi­di­yor­lar. Fakat her mi­sa­fir ken­di­ne mah­sus fo­toğ­ra­fıy­la, o han­da­ki şey­le­rin su­ret­le­ri­ni alı­yor­lar.

   Hem o büyük zâtın hiz­met­kâr­la­rı da, mi­sa­fir­le­rin su­ret-i mu­ame­le­le­ri­ni gayet dik­kat ile alı­yor­lar ve kay­de­di­yor­lar.

   Hem gö­rü­yor­sun ki; o zât her günde, o kıy­met­tar tez­yi­na­tın ço­ğu­nu tah­rib eder. Yeni ge­lecek mi­sa­fir­le­re, yeni tez­yi­na­tı icad eder.

   Bunu gör­dük­ten sonra hiç şüb­hen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî pek âlî men­zil­le­ri, hem tü­ken­mez, pek kıy­met­li ha­zi­ne­le­ri, hem müs­te­mir, pek büyük bir se­ha­ve­ti var­dır. Şu handa gös­ter­di­ği ikram ile, mi­sa­fir­le­ri­ni kendi ya­nın­da bu­lu­nan şey­le­re iş­ti­ha­la­rı­nı açı­yor ve on­la­ra ha­zır­la­dı­ğı he­di­ye­le­re rağ­bet­le­ri­ni uyan­dı­rı­yor.

   Aynen onun gibi, şu mi­sa­fir­ha­ne-i dün­ya­da­ki va­zi­ye­ti, sar­hoş ol­ma­dan dik­kat etsen; şu dokuz esası an­lar­sın:

   Bi­rin­ci Esas: An­lar­sın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi ken­di­ne de bu su­re­ti al­ma­sı mu­hal­dir. Belki ka­fi­le-i mah­lu­ka­tın gelip kon­mak ve göç­mek için dolup bo­şa­nan, hik­met­le ya­pıl­mış bir mi­sa­fir­ha­ne­si­dir.

   İkinci Esas: Hem an­lar­sın ki: Şu hanın için­de otu­ran­lar mi­sa­fir­ler­dir. On­la­rın Rabb-ı Kerim’i, on­la­rı Dâr-üs Selâm’a davet eder.

   Üçün­cü Esas: Hem an­lar­sın ki: Şu dün­ya­da­ki tez­yi­nat, yal­nız te­lez­züz veya te­nez­züh için değil. Çünki bir zaman lez­zet verse, fi­ra­kıy­la bir­çok zaman elem verir. Sana tat­tı­rır, iş­ti­ha­nı açar fakat do­yur­maz. Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kı­sa­dır. Doy­ma­ğa kâfi değil. Demek kıy­me­ti yük­sek, müd­de­ti kısa olan şu tez­yi­nat; ibret için­dir, (Ha­şi­ye)

   Evet madem her­şe­yin kıy­me­ti ve de­ka­ik-ı san’atı gayet yük­sek ve güzel ol­du­ğu halde; müd­de­ti kısa, ömrü azdır. Demek o şey­ler nü­mu­ne­ler­dir, başka şey­le­rin su­ret­le­ri hük­mün­de­dir­ler. Ve madem müş­te­ri­le­rin na­zar­la­rı­nı, asıl­la­rı­na çe­vi­ri­yor­lar gibi bir va­zi­yet var­dır. Öyle ise, el­bet­te şu dün­ya­da­ki o çeşit tez­yi­nat; bir Rah­man-ı Rahîm’in rah­me­tiy­le, sev­di­ği iba­dı­na ha­zır­la­dı­ğı ni­am-ı Cen­net’in nü­mu­ne­le­ri­dir, de­ni­le­bi­lir ve de­ni­lir ve öy­le­dir.

   şükür için­dir, usûl-ü da­imî­si­ne teş­vik için­dir. Başka gayet ulvî ga­ye­ler için­dir.

   Dör­dün­cü Esas: Hem an­lar­sın ki: Şu dün­ya­da­ki mü­zey­ye­nat ise (Ha­şi­ye)

   Evet her şeyin vü­cu­du­nun mü­te­ad­did ga­ye­le­ri ve ha­ya­tı­nın mü­te­ad­did ne­ti­ce­le­ri var­dır. Ehl-i da­la­le­tin te­veh­hüm et­tik­le­ri gibi dün­ya­ya, ne­fis­le­ri­ne bakan ga­ye­le­re mün­ha­sır de­ğil­dir. Tâ, abe­si­yet ve hik­met­siz­lik içine gi­re­bil­sin. Belki her şeyin ga­yat-ı vü­cu­du ve ne­ta­ic-i ha­ya­tı üç kı­sım­dır:

  Bi­rin­ci­si ve en ul­vî­si, Sâni’ine bakar ki; o şeye tak­tı­ğı hâ­ri­ka-i san’at mu­ras­sa­atı­nı, Şa­hid-i Ezelî’nin na­za­rı­na resm-i geçit tar­zın­da ar­zet­mek­tir ki, o na­za­ra bir ân-ı sey­ya­le ya­şa­mak kâfi gelir. Belki vü­cu­da gel­me­den, bil­kuv­ve niyet hük­mün­de olan is­ti­da­dı yine kâ­fi­dir.
   İşte se­ri-üz zeval latif mas­nu­at ve vü­cu­da gel­me­yen, yani sün­bül ver­me­yen birer hâ­ri­ka-i san’at olan çe­kir­dek­ler, to­hum­lar şu ga­ye­yi bi­ta­ma­mi­ha verir. Fa­ide­siz­lik ve abe­si­yet on­la­ra gel­mez.
   Demek her şey ha­ya­tıy­la, vü­cu­duy­la Sâni’inin mu’ci­zat-ı kud­re­ti­ni ve âsâr-ı san’atını teş­hir edip, Sul­tan-ı Zül­ce­lal’in na­za­rı­na ar­zet­mek bi­rin­ci ga­ye­si­dir.

   İkinci kısım ga­ye-i vücud ve ne­ti­ce-i hayat, zî­şu­ura bakar. Yani her­şey, Sâni’-i Zül­ce­lal’in birer mek­tub-u ha­ka­ik-nü­ma, birer ka­si­de-i le­ta­fet­nü­ma, birer ke­li­me-i hik­met-eda hük­mün­de­dir ki; me­la­ike ve cin ve hay­va­nın ve in­sa­nın en­za­rı­na ar­ze­der, mü­ta­la­aya davet eder. Demek ona bakan her zî­şu­ura, ib­ret-nü­ma bir mü­ta­la­agâh­tır.

   Üçün­cü kısım ga­ye-i vücud ve ne­ti­ce-i hayat, o şeyin nef­si­ne bakar ki; te­lez­züz ve te­nez­züh ve beka ve ra­hat­la ya­şa­mak gibi cüz’î ne­ti­ce­ler­dir.
   Me­se­lâ: Azîm bir se­fi­ne-i sul­ta­ni­ye­de bir hiz­met­kâ­rın dü­men­ci­lik et­ti­ği­nin ga­ye­si; se­fi­ne iti­ba­riy­le yüzde bi­ri­si ken­di­si­ne, üc­ret-i cüz’iye­si­ne ait.. dok­san­do­ku­zu sul­ta­na ait ol­du­ğu gibi; her­şe­yin nef­si­ne ve dün­ya­ya ait ga­ye­si bir ise, Sâni’ine ait dok­san­do­kuz­dur.

   İşte bu ta­ad­düd-ü ga­yat­tan­dır ki
; bir­bi­ri­ne zıd ve mü­na­fî gö­rü­nen hik­met ve ik­ti­sad, cûd u seha ve bil­hâs­sa ni­ha­yet­siz seha ile sırr-ı tev­fi­ki şudur ki: Birer gaye nok­ta-i na­za­rın­da cûd u seha hük­me­der, ism-i Cev­vad te­cel­li eder. Mey­ve­ler, hu­bub­lar; o tek gaye nok­ta-i na­za­rın­da bi­gayr-ı hi­sab­dır. Ni­ha­yet­siz cûdu gös­te­ri­yor. Fakat umum ga­ye­ler nok­ta-i na­za­rın­da; hik­met hük­me­der, ism-i Hakîm te­cel­li eder. Bir ağa­cın ne kadar mey­ve­le­ri var, belki her mey­ve­nin o kadar ga­ye­le­ri var­dır ki; beyan et­ti­ği­miz üç kısma tef­rik edi­lir. Şu umum ga­ye­ler, ni­ha­yet­siz bir hik­me­ti ve ik­ti­sa­dı gös­te­ri­yor. Zıd gibi gö­rü­nen ni­ha­yet­siz hik­met, ni­ha­yet­siz cûd ile seha ile iç­ti­ma edi­yor.
   Me­se­lâ: Asker or­du­su­nun bir ga­ye­si, te­min-i asa­yiş­tir. Bu ga­ye­ye göre ne kadar asker is­ter­sen var ve hem pek faz­la­dır. Fakat hıfz-ı hudud ve mü­ca­he­de-i a’da gibi sair va­zi­fe­ler için, bu mev­cud ancak kâfi gelir. Ke­mal-i hik­met­le mü­va­ze­ne­de­dir. İşte hü­kû­me­tin hik­me­ti, haş­met ile iç­ti­ma edi­yor. O halde, o as­ker­lik­te faz­la­lık yok­tur de­ni­le­bi­lir.

   Be­şin­ci Esas: Hem an­lar­sın ki: Şu fâni mas­nu­at fena için değil, bir parça gö­rü­nüp mah­vol­mak için ya­ra­tıl­ma­mış­lar. Belki vü­cud­da kısa bir zaman top­la­nıp, mat­lub bir va­zi­yet alıp; tâ su­ret­le­ri alın­sın, tim­sal­le­ri tu­tul­sun, ma­na­la­rı bi­lin­sin, ne­ti­ce­le­ri zab­te­dil­sin.

   Me­se­lâ, ehl-i ebed için daimî man­za­ra­lar nes­ce­dil­sin. Hem âlem-i be­ka­da başka ga­ye­le­re medar olsun.

   Eşya beka için ya­ra­tıl­dı­ğı­nı, fena için ol­ma­dı­ğı­nı; belki su­re­ten fena ise de ta­mam-ı va­zi­fe ve ter­his ol­du­ğu bu­nun­la an­la­şı­lı­yor ki: Fâni bir şey bir ci­het­le fe­na­ya gider, çok ci­het­ler­le bâki kalır.

   Me­se­lâ kud­ret ke­li­me­le­rin­den olan şu çi­çe­ğe bak ki; kısa bir za­man­da o çiçek te­bes­süm edip bize bakar, der-akab fena per­de­sin­de sak­la­nır.

   Fakat senin ağ­zın­dan çıkan ke­li­me gibi o gider, fakat bin­ler mi­sal­le­ri­ni ku­lak­la­ra tevdi’ eder. Din­le­yen akıl­lar ade­din­ce, ma­na­la­rı­nı akıl­lar­da ibka eder. Çünki va­zi­fe­si olan ifa­de-i mana bit­tik­ten sonra ken­di­si gider, fakat onu gören her şeyin hâ­fı­za­sın­da za­hi­rî su­re­ti­ni ve her­bir to­hu­mun­da ma­ne­vî ma­hi­ye­ti­ni bı­ra­kıp öyle gi­di­yor. Güya her hâ­fı­za ile her tohum; hıfz-ı zî­ne­ti için birer fo­toğ­raf ve de­vam-ı be­ka­sı için birer men­zil­dir­ler.

   En basit mer­te­be-i ha­yat­ta olan masnu böyle ise, en yük­sek ta­ba­ka-i ha­yat­ta ve er­vah-ı bâ­ki­ye sa­hi­bi olan insan; ne kadar beka ile alâ­ka­dar ol­du­ğu an­la­şı­lır.

   Çi­çek­li ve mey­ve­li koca ne­ba­ta­tın bir parça ruha ben­ze­yen her bi­ri­nin ka­nun-u te­şek­kü­la­tı, tim­sal-i su­re­ti; zer­re­cik­ler gibi to­hum­lar­da ke­mal-i in­ti­zam­la, dağ­da­ğa­lı in­kı­lab­lar için­de ibka ve mu­ha­fa­za edil­me­siy­le,

   gayet cem’iyet­li ve yük­sek bir ma­hi­ye­te mâlik, ha­ri­cî bir vücud giy­di­ril­miş, zî­şu­ur nu­ra­nî bir ka­nun-u emrî olan ruh-u beşer; ne de­re­ce beka ile mer­but ve alâ­ka­dar ol­du­ğu an­la­şı­lır.

   Al­tın­cı Esas: Hem an­lar­sın ki: İnsan, ipi bo­ğa­zı­na sa­rı­lıp, is­te­di­ği yerde ot­la­mak için ba­şı­boş bı­ra­kıl­ma­mış­tır; belki bütün amel­le­ri­nin su­ret­le­ri alı­nıp ya­zı­lır ve bütün fi­il­le­ri­nin ne­ti­ce­le­ri mu­ha­se­be için zab­te­di­lir.

   Ye­din­ci Esas: Hem an­lar­sın ki: Güz mev­si­min­de yaz-ba­har âle­mi­nin güzel mah­lu­ka­tı­nın tah­ri­ba­tı, i’dam değil. Belki va­zi­fe­le­ri­nin ta­ma­mıy­la ter­hi­sa­tı­dır. (Ha­şi­ye)

   Evet rah­me­tin erzak ha­zi­ne­le­rin­den olan bir şe­ce­re­nin uç­la­rın­da ve dal­la­rı­nın baş­la­rın­da­ki mey­ve­ler, çi­çek­ler, yap­rak­lar ih­ti­yar olup, va­zi­fe­le­ri­nin hi­ta­ma er­me­siy­le git­me­li­dir­ler. Tâ, ar­ka­la­rın­dan akıp ge­len­le­re kapı ka­pan­ma­sın. Yoksa rah­me­tin vüs’atına ve sair ih­van­la­rı­nın hiz­me­ti­ne sed çe­ki­lir.
   Hem ken­di­le­ri, genç­lik ze­va­liy­le hem zelil, hem pe­ri­şan olur­lar.
   İşte bahar dahi, mah­şer-nü­ma bir mey­ve­dar ağaç­tır. Her asır­da­ki insan âlemi; ib­ret-nü­ma bir şe­ce­re­dir. Arz dahi, mah­şer-i acaib bir şe­ce­re-i kud­ret­tir. Hattâ dünya dahi, mey­ve­le­ri âhi­ret pa­za­rı­na gön­de­ri­len bir şe­ce­re-i hay­ret-nü­ma­dır.

   Hem yeni ba­har­da ge­lecek mah­lu­ka­ta yer bo­şalt­mak için tef­rî­gat­tır ve yeni va­zi­fe­dar­lar gelip ko­na­cak ve va­zi­fe­dar mev­cu­da­tın gel­me­si­ne yer ha­zır­la­mak­tır ve ih­za­rat­tır.

   Hem zî­şu­ura va­zi­fe­si­ni unut­tu­ran gaf­let­ten ve şük­rü­nü unut­tu­ran sar­hoş­luk­tan ika­zat-ı Süb­ha­ni­ye­dir.

   Se­ki­zin­ci Esas: Hem an­lar­sın ki: Şu fâni âle­min ser­me­dî Sâni’i için başka ve bâki bir âlemi var ki, iba­dı­nı oraya sevk ve ona teş­vik eder.

   Do­ku­zun­cu Esas: Hem an­lar­sın ki: Öyle bir Rah­man, öyle bir âlem­de, öyle has iba­dı­na öyle ik­ram­lar edecek; ne göz gör­müş, ne kulak işit­miş, ne kalb-i be­şe­re hutur et­miş­tir. Âmen­nâ…

Yedinci Hakikat

   Bâb-ı hıfz ve ha­fî­zi­yet olup, ism-i Hafîz ve Rakib’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Gökte, yerde, ka­ra­da, de­niz­de; yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî her­şe­yi ke­mal-i in­ti­zam ve mizan için­de mu­ha­fa­za edip, bir türlü mu­ha­se­be için­de ne­ti­ce­le­ri­ni ele­yen bir ha­fî­zi­yet;
   insan gibi büyük bir fıt­rat­ta, hi­la­fet-i kübra gibi bir rüt­be­de, ema­net-i kübra gibi büyük va­zi­fe­si olan be­şe­rin, ru­bu­bi­yet-i âm­me­ye temas eden amel­le­ri ve fi­il­le­ri mu­ha­fa­za edil­me­sin, mu­ha­se­be ele­ğin­den ge­çi­ril­me­sin, ada­let te­ra­zi­sin­de tar­tıl­ma­sın, şa­yes­te ceza ve mü­kâ­fat çek­me­sin? Hâyır, aslâ!..

   Evet şu kâ­ina­tı idare eden zât, her­şe­yi nizam ve mizan için­de mu­ha­fa­za edi­yor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hik­met ve irade ile kud­re­tin te­za­hü­rü­dür.

   Çünki gö­rü­yo­ruz her masnuvü­cu­dun­da, gayet mun­ta­zam ve mev­zun ya­ra­tı­lı­yor. Hem ha­ya­tı müd­de­tin­ce de­ğiş­tir­di­ği su­ret­ler dahi, birer in­ti­zam­lı ol­du­ğu halde, he­yet-i mec­mu­ası da bir in­ti­zam tah­tın­da­dır.

   Zira gö­rü­yo­ruz ki; va­zi­fe­si­nin bit­me­siy­le öm­rü­ne ni­ha­yet ve­ri­len ve şu âlem-i şe­ha­det­ten göçüp giden her­şe­yin Ha­fîz-i Zül­ce­lal, bir­çok su­ret­le­ri­ni el­vah-ı mah­fu­za hük­mün­de olan {(Ha­şi­ye): Ye­din­ci Suret’in ha­şi­ye­si­ne bak.} hâ­fı­za­lar­da ve bir türlü mi­sa­lî âyi­ne­ler­de hıf­ze­dip, ekser ta­rih­çe-i ha­ya­tı­nı çe­kir­de­ğin­de, ne­ti­ce­sin­de nak­şe­dip ya­zı­yor. Zahir ve bâtın âyi­ne­ler­de ibka edi­yor.

   Me­se­lâ: Be­şe­rin hâ­fı­za­sı, ağa­cın mey­ve­si, mey­ve­nin çe­kir­de­ği, çi­çe­ğin to­hu­mu, ka­nun-u ha­fî­zi­ye­tin aza­met-i iha­ta­sı­nı gös­te­ri­yor.

   Gör­mü­yor musun ki: Koca ba­ha­rın hep çi­çek­li, mey­ve­li bütün mev­cu­da­tı ve bun­la­rın ken­di­le­ri­ne göre bütün sa­ha­if-i a’mali ve teş­ki­lâ­tı­nın ka­nun­la­rı ve su­ret­le­ri­nin tim­sal­le­ri; mah­dud bir mik­tar to­hum­cuk­lar iç­le­rin­de ya­za­rak, mu­ha­fa­za edi­li­yor.

   İkinci bir ba­har­da, on­la­ra göre bir mu­ha­se­be için­de sa­hi­fe-i amel­le­ri­ni neş­re­dip, ke­mal-i in­ti­zam ve hik­met ile koca diğer bir bahar âle­mi­ni mey­da­na ge­tir­mek­le; ha­fî­zi­ye­tin ne de­re­ce kuv­vet­li ihata ile ce­re­yan et­ti­ği­ni gös­te­ri­yor.

   Acaba ge­çi­ci, âdi, be­ka­sız, ehem­mi­yet­siz şey­ler­de böyle mu­ha­fa­za edi­lir­se; âlem-i gayb­da, âlem-i âhi­ret­te, âlem-i er­vah­ta, ru­bu­bi­yet-i âm­me­de mühim se­me­re veren be­şe­rin amel­le­ri hıfz için­de gö­ze­til­mek su­re­tiy­le, ehem­mi­yet­le zab­te­dil­me­me­si kabil midir? Hâyır ve aslâ!

   Evet şu ha­fî­zi­ye­tin bu su­ret­te te­cel­li­sin­den an­la­şı­lı­yor ki: Şu mev­cu­da­tın Mâ­li­ki, mül­kün­de ce­re­yan eden her­şe­yin in­zi­ba­tı­na büyük bir ih­ti­ma­mı var.

   Hem hâ­ki­mi­yet va­zi­fe­sin­de ni­ha­yet de­re­ce­de dik­kat eder.

   Hem ru­bu­bi­yet-i sal­ta­na­tın­da gayet ih­ti­ma­mı gö­ze­tir. O de­re­ce ki, en küçük bir hâ­di­se­yi, en ufak bir hiz­me­ti yazar, yaz­dı­rır.

   Mül­kün­de ce­re­yan eden her­şe­yin su­re­ti­ni mü­te­ad­did şey­ler­de hıf­ze­der.

   Şu ha­fî­zi­yet işa­ret eder ki: Ehem­mi­yet­li bir mu­ha­se­be-i a’mal def­te­ri açı­la­cak ve bil­hâs­sa ma­hi­yet­çe en büyük, en mü­ker­rem, en mü­şer­ref bir mah­luk olan in­sa­nın büyük olan amel­le­ri, mühim olan fi­il­le­ri; mühim bir hesab ve mi­za­na gi­recek, sa­hi­fe-i amel­le­ri neş­re­di­lecek.

   Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hi­la­fet ve ema­net­le mü­ker­rem olsun, ru­bu­bi­ye­tin kül­li­yat-ı şu­unu­na şahid ola­rak, kes­ret da­ire­le­rin­de vah­da­ni­yet-i İla­hi­ye­nin del­lâl­lı­ğı­nı ilân et­mek­le, ekser mev­cu­da­tın tes­bi­hat ve iba­det­le­ri­ne mü­da­ha­le edip za­bit­lik ve mü­şa­hid­lik de­re­ce­si­ne çık­sın da sonra kabre gidip, ra­hat­la yat­sın ve uyan­dı­rıl­ma­sın? Küçük büyük her amel­le­rin­den sual edil­me­sin? Mah­şe­re gidip mah­ke­me-i küb­ra­yı gör­me­sin? Hâyır ve aslâ!..

   Hem bütün ge­lecek za­man­da olan (Ha­şi­ye)

   Evet za­man-ı ha­zır­dan, tâ ib­ti­da-i hil­kat-ı âleme kadar olan za­man-ı mazi; umu­men vu­ku­at­tır. Vü­cu­da gel­miş her­bir günü, her­bir se­ne­si, her­bir asrı; birer sa­tır­dır, birer sa­hi­fe­dir, birer ki­tab­dır ki ka­lem-i kader ile ter­sim edil­miş­tir. Dest-i kud­ret, mu’ci­zat-ı âyâ­tı­nı on­lar­da ke­mal-i hik­met ve in­ti­zam ile yaz­mış­tır. Şu za­man­dan tâ kı­ya­me­te, tâ Cen­net’e, tâ ebede kadar olan za­man-ı is­tik­bal; umu­men im­kâ­nat­tır. Yani mazi vu­ku­at­tır, is­tik­bal im­kâ­nat­tır. İşte o iki za­ma­nın iki sil­si­le­si bir­bi­ri­ne karşı mu­ka­be­le edil­se; na­sıl­ki dünkü günü hal­ke­den ve o güne mah­sus mev­cu­da­tı icad eden zât; ya­rın­ki günü mev­cu­da­tıy­la hal­ket­me­ye muk­te­dir ol­du­ğu hiç­bir ve­cih­le şübhe ge­tir­mez.
   Öyle de şübhe yok­tur ki: Şu mey­dan-ı ga­ra­ib olan za­man-ı ma­zi­nin mev­cu­da­tı ve hâ­ri­ka­la­rı; bir Ka­dîr-i Zül­ce­lal’in mu’ci­za­tı­dır. Kat’î şe­ha­det eder­ler ki: O Kadîr, bütün is­tik­ba­lin, bütün müm­ki­na­tın ica­dı­na, bütün aca­ibi­nin iz­ha­rı­na muk­te­dir­dir. Evet na­sıl­ki bir el­ma­yı hal­ke­decek; el­bet­te dün­ya­da bütün el­ma­la­rı hal­ket­me­ye ve koca ba­ha­rı icad et­me­ye muk­te­dir olmak ge­rek­tir. Ba­ha­rı icad et­me­yen, bir el­ma­yı icad ede­mez. Zira o elma o tez­gâh­ta do­ku­nu­yor. Bir el­ma­yı icad eden, bir ba­ha­rı icad ede­bi­lir. Bir elma; bir ağa­cın, belki bir bah­çe­nin, belki bir kâ­ina­tın mi­sal-i mu­sag­ga­rı­dır. Hem san’at iti­ba­riy­le koca ağa­cın bütün ta­rih-i ha­ya­tı­nı ta­şı­yan el­ma­nın çe­kir­de­ği iti­ba­riy­le öyle bir hâ­ri­ka-i san’attır ki: Onu öy­le­ce icad eden, hiç­bir şey­den âciz kal­maz. Öyle de bu­gü­nü hal­ke­den, kı­ya­met gü­nü­nü hal­ke­de­bi­lir ve ba­ha­rı icad edecek, haş­rin ica­dı­na muk­te­dir bir zât ola­bi­lir. Za­man-ı ma­zi­nin bütün âlem­le­ri­ni za­ma­nın şe­ri­di­ne ke­mal-i hik­met ve in­ti­zam ile takıp gös­te­ren; el­bet­te is­tik­bal şe­ri­di­ne dahi başka kâ­ina­tı takıp gös­te­re­bi­lir ve gös­te­re­cek­tir.
   Kaç Söz­ler­de, bil­hâs­sa Yir­mi­ikin­ci Söz’de gayet kat’î isbat et­mi­şiz ki: Her şeyi ya­pa­ma­yan hiç­bir şeyi ya­pa­maz ve bir­tek şeyi hal­ke­den, her şeyi ya­pa­bi­lir. Hem eş­ya­nın icadı bir­tek zâta ve­ril­se, bütün eşya bir­tek şey gibi kolay olur ve sü­hu­let peyda eder. Eğer mü­te­ad­did es­ba­ba ve­ril­se ve kes­re­te isnad edil­se, bir­tek şeyin icadı; bütün eş­ya­nın icadı kadar müş­ki­lât­lı olur ve im­ti­na’ de­re­ce­sin­de su­ubet peyda eder.

   müm­ki­na­ta kadir ol­du­ğu­na, bütün geç­miş za­man­da­ki mu’ci­zat-ı kud­re­ti olan vu­ku­atı şe­ha­det eden ve kı­ya­met ve haşre pek ben­ze­yen kış ile ba­ha­rı her vakit bil­mü­şa­he­de icad eden bir Ka­dîr-i Zül­ce­lal’den, insan nasıl ademe gidip ka­ça­bi­lir, top­ra­ğa girip sak­la­na­bi­lir?

   Madem bu dün­ya­da ona lâyık mu­ha­se­be gö­rü­lüp, hüküm ve­ril­mi­yor.

   El­bet­te bir mah­ke­me-i kübra, bir sa­adet-i uz­ma­ya gi­de­cek­tir.

Sekizinci Hakikat

(İcmali; do­ku­zun­cu su­ret­te)

   Bâb-ı va’d ve va­îd­dir. İsm-i Cemil ve Celil’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Alîm-i Mut­lak ve Ka­dîr-i Mut­lak olan şu mas­nu­atın Sâni’i; bütün en­bi­ya­nın te­va­tür­le haber ver­dik­le­ri ve bütün sıd­dı­kîn ve ev­li­ya­nın icma’ ile şe­ha­det et­tik­le­ri mü­ker­rer va’d ve va­îd-i İla­hî­si­ni ye­ri­ne ge­tir­me­yip, -hâ­şâ- acz ve ceh­li­ni gös­ter­sin?

   Hal­bu­ki va’d ve va­îdin­de bu­lun­du­ğu emir­ler, kud­re­ti­ne hiç ağır gel­mez. Pek hafif ve pek kolay. Geç­miş ba­ha­rın he­sab­sız mev­cu­da­tı­nı, ge­lecek ba­har­da kıs­men aynen {(Ha­şi­ye-1): Ağaç ve ot­la­rın kök­le­ri gibi…} kıs­men mis­len {(Ha­şi­ye-2): Yap­rak­lar, mey­ve­ler gibi…} iade­si kadar ko­lay­dır.

   Îfa-yı va’d ise; hem bize, hem her şeye, hem ken­di­si­ne, hem sal­ta­nat-ı ru­bu­bi­ye­ti­ne pek çok lâ­zım­dır.

   Hulf-ül va’d ise; hem iz­zet-i ik­ti­da­rı­na zıd­dır, hem iha­ta-yı il­mi­ye­si­ne mü­na­fî­dir. Zira hulf-ül va’d; ya ce­hil­den, ya aciz­den gelir.

   Ey mün­kir! Bilir misin ki: Küfür ve in­kâ­rın ile ne kadar ah­mak­ça bir ci­na­yet iş­li­yor­sun ki; kendi ya­lan­cı veh­mi­ni, he­ze­yan­cı ak­lı­nı, al­da­tı­cı nef­si­ni tas­dik edip, hiç­bir vec­hi­le hulf ve hi­la­fa mec­bu­ri­ye­ti ol­ma­yan ve hiç­bir ve­cih­le hilaf, onun iz­ze­ti­ne, hay­si­ye­ti­ne ya­kış­ma­yan ve bütün gö­rü­nen şey­ler ve işler, sıd­kı­na ve hak­ka­ni­ye­ti­ne şe­ha­det eden bir zâtı tek­zib edi­yor­sun! Ni­ha­yet­siz kü­çük­lük için­de ni­ha­yet­siz büyük ci­na­yet iş­li­yor­sun! El­bet­te, ebedî büyük ce­za­ya müs­te­hak olur­sun. Bazı ehl-i Ce­hen­nem’in bir dişi, dağ kadar ol­ma­sı; ci­na­ye­ti­nin bü­yük­lü­ğü­ne bir mik­yas ola­rak haber ve­ril­miş.

   Mi­sa­lin şu yol­cu­ya ben­zer ki: Gü­ne­şin zi­ya­sın­dan gö­zü­nü kapar. Ka­fa­sı için­de­ki ha­ya­li­ne bakar. Vehmi, bir yıl­dız bö­ce­ği gibi kafa fe­ne­ri­nin ışı­ğıy­la deh­şet­li yo­lu­nu ten­vir etmek is­ti­yor.

   Madem şu mev­cu­dat; hak söy­le­yen sadık ke­li­me­le­ri, şu hâ­di­sat-ı kâ­inat; doğru söy­le­yen nâtık âyet­le­ri olan Ce­nab-ı Hak va’d etmiş, el­bet­te ya­pa­cak­tır.

   Bir mah­ke­me-i kübra aça­cak­tır, bir sa­adet-i uzma ve­re­cek­tir.

Dokuzuncu Hakikat

(İcmali; do­ku­zun­cu ve onun­cu su­ret­te)

   Bâb-ı ihya ve ima­te­dir. İsm-i Hayy-u Kay­yum’un, Muhyî ve Mümit’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Ölmüş, ku­ru­muş koca Arzı ihya eden

   ve o ihya için­de her­bi­ri beşer haşri gibi acib, üçyüz bin­den zi­ya­de enva’-ı mah­lu­ka­tı haşr ü neş­re­dip kud­re­ti­ni gös­te­ren

   ve o haşr ü neşr için­de ni­ha­yet de­re­ce­de ka­rı­şık ve ih­ti­lat için­de, ni­ha­yet de­re­ce­de im­ti­yaz ve tef­rik ile iha­ta-i il­mi­ye­si­ni gös­te­ren

   ve bütün se­ma­vî fer­man­la­rıy­la be­şe­rin haş­ri­ni va’det­mek­le bütün iba­dı­nın en­za­rı­nı sa­adet-i ebe­di­ye­ye çe­vi­ren

   ve bütün mev­cu­da­tı baş­ba­şa, omuz omuza, elele ver­di­rip emir ve ira­de­si da­ire­sin­de dön­dü­rüp bir­bi­ri­ne yar­dım­cı ve mü­sah­har kıl­mak­la aza­met-i ru­bu­bi­ye­ti­ni gös­te­ren

   ve be­şe­ri, şe­ce­re-i kâ­ina­tın en câmi’ ve en nazik ve en na­ze­nin, en naz­dar, en ni­yaz­dar bir mey­ve­si ya­ra­tıp, ken­di­ne mu­ha­tab it­ti­haz ede­rek her­şe­yi ona mü­sah­har kıl­mak­la, in­sa­na bu kadar ehem­mi­yet ver­di­ği­ni gös­te­ren bir Ka­dîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kı­ya­me­ti ge­tir­me­sin? Haşri yap­ma­sın ve ya­pa­ma­sın? Be­şe­ri ihya et­me­sin veya ede­me­sin? Mah­ke­me-i Küb­ra­yı aça­ma­sın? Cen­net ve Ce­hen­nem’i ya­ra­ta­ma­sın? Hâşâ ve kellâ!..

   Evet şu âle­min Mu­ta­sar­rıf-ı Zîşan’ı her asır­da, her se­ne­de, her günde bu dar, mu­vak­kat rûy-i ze­min­de haşr-i ek­be­rin ve mey­dan-ı kı­ya­me­tin pek çok em­sa­li­ni ve nü­mu­ne­le­ri­ni ve işa­ra­tı­nı icad edi­yor. Ez­cüm­le:

   Haşr-i ba­ha­rî­de gö­rü­yo­ruz ki: Beş-al­tı gün zar­fın­da küçük ve büyük hay­va­nat ve ne­ba­tat­tan üçyüz bin­den zi­ya­de enva’ı haş­re­dip neş­re­di­yor. Bütün ağaç­la­rın, ot­la­rın kök­le­ri­ni ve bir kısım hay­van­la­rı aynen ihya edip iade edi­yor. Baş­ka­la­rı­nı ay­ni­yet de­re­ce­sin­de bir mis­li­yet su­re­tin­de icad edi­yor. Hal­bu­ki mad­de­ten fark­la­rı pek az olan to­hum­cuk­lar o kadar ka­rış­mış­ken, ke­mal-i im­ti­yaz ve teş­his ile o kadar sür’at ve vüs’at ve sü­hu­let için­de ke­mal-i in­ti­zam ve mizan ile altı gün veya altı hafta zar­fın­da ihya edi­li­yor.

   Hiç kabil midir ki: Bu iş­le­ri yapan Zâta bir şey ağır ge­le­bil­sin, se­ma­vat ve arzı altı günde hal­ke­de­me­sin, in­sa­nı bir sayha ile haş­re­de­me­sin? Hâşâ!

● Acaba mu’ciz­nü­ma bir kâtib bu­lun­sa; hu­ruf­la­rı ya bo­zul­muş veya mah­vol­muş üçyüz bin ki­ta­bı tek bir sa­hi­fe­de ka­rış­tır­mak­sı­zın, ga­lat­sız, se­hiv­siz, nok­san­sız, hep­si­ni be­ra­ber, gayet güzel bir su­ret­te bir sa­at­te ya­zar­sa; bi­ri­si sana dese: Şu kâtib kendi te’lif et­ti­ği senin suya düş­müş olan ki­ta­bı­nı, ye­ni­den bir da­ki­ka zar­fın­da hâ­fı­za­sın­dan ya­za­cak.” Sen di­ye­bi­lir misin ki, “Ya­pa­maz ve inan­mam.”

● Ve­ya­hut bir sul­tan-ı mu’ci­ze­kâr, kendi ik­ti­da­rı­nı gös­ter­mek için veya ibret ve te­nez­züh için bir işa­ret­le dağ­la­rı kal­dı­rır, mem­le­ket­le­ri teb­dil eder, de­ni­zi ka­ra­ya çe­vir­di­ği­ni gör­dü­ğün halde sonra gör­sen ki; büyük bir taş de­re­ye yu­var­lan­mış, o zâtın kendi zi­ya­fe­ti­ne davet et­ti­ği mi­sa­fir­le­rin yo­lu­nu kes­miş, ge­çe­mi­yor­lar. Biri sana dese: O zât, bir işa­ret­le o taşı, ne kadar büyük olur­sa olsun kal­dı­ra­cak veya da­ğı­ta­cak. Mi­sa­fir­le­ri­ni yolda bı­rak­ma­ya­cak.” Sen desen ki: “Kal­dır­maz veya kal­dı­ra­maz.”

● Ve­ya­hut bir zât bir günde, ye­ni­den büyük bir or­du­yu teş­kil et­ti­ği halde biri dese: O zât bir boru se­siy­le, ef­ra­dı is­ti­ra­hat için da­ğıl­mış olan ta­bur­la­rı top­lar. Ta­bur­lar, ni­za­mı al­tı­na gi­rer­ler.” Sen desen ki: “İnan­mam!” Ne kadar di­va­ne­ce ha­re­ket et­ti­ği­ni an­lar­sın…

   İşte şu üç tem­si­li feh­met­tin ise, bak:

Nak­kaş-ı Ezelî, gö­zü­mü­zün önün­de kışın beyaz sa­hi­fe­si­ni çe­vi­rip, bahar ve yaz yeşil yap­ra­ğı­nı açıp, rûy-i arzın sa­hi­fe­sin­de üçyüz bin­den zi­ya­de enva’ı, kud­ret ve kader ka­le­miy­le ah­sen-i suret üzere yazar. Bir­bi­ri için­de bir­bi­ri­ne ka­rış­maz; be­ra­ber yazar, bir­bi­ri­ne mani olmaz. Teş­kil­ce, su­ret­çe bir­bi­rin­den ayrı, hiç şa­şırt­maz, yan­lış yaz­maz.

   Evet en büyük bir ağa­cın ruh proğ­ra­mı­nı bir nokta gibi en küçük bir çe­kir­dek­te der­ce­dip, mu­ha­fa­za eden Zât-ı Ha­kîm-i Hafîz; vefat eden­le­rin ruh­la­rı­nı nasıl mu­ha­fa­za eder de­ni­lir mi?

Ve Kü­re-i Arzı bir sapan taşı gibi çe­vi­ren Zât-ı Kadîr; âhi­re­te giden mi­sa­fir­le­ri­nin yo­lun­da nasıl bu Arzı kal­dı­ra­cak veya da­ğı­ta­cak, de­ni­lir mi?

Hem hiç­ten, ye­ni­den bütün zî­ha­ya­tın or­du­la­rı­nı bütün ce­sed­le­ri­nin ta­bur­la­rın­da ke­mal-i in­ti­zam­la zer­ra­tı Emr-i كُنْ فَيَكُونُ
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
ile kay­de­dip yer­leş­ti­ren, or­du­lar icad eden Zât-ı Zül­ce­lal; ta­bur-mi­sal ce­se­din ni­za­mı al­tı­na gir­mek­le, bir­bi­riy­le ta­nı­şan zer­rat-ı esa­si­ye ve ec­za-yı as­li­ye­si­ni bir sayha ile nasıl top­la­ya­bi­lir de­ni­lir mi?

   Hem bu bahar haş­ri­ne ben­ze­yen, dün­ya­nın her dev­rin­de, her as­rın­da, hattâ gece gün­dü­zün teb­di­lin­de, hattâ cevv-i ha­va­da bu­lut­la­rın icad u if­na­sın­da haşre nü­mu­ne ve misal ve emare ola­cak ne kadar na­kış­lar yap­tı­ğı­nı gö­zün­le gö­rü­yor­sun.

   Hattâ eğer ha­ya­len bin sene evvel ken­di­ni far­zet­sen, sonra za­ma­nın iki ce­na­hı olan mazi ile müs­tak­be­li bir­bi­ri­ne kar­şı­laş­tır­san; asır­lar, gün­ler ade­din­ce mi­sal-i haşir ve kı­ya­me­tin nü­mu­ne­le­ri­ni gö­re­cek­sin.

   Sonra bu kadar nü­mu­ne ve mi­sal­le­ri mü­şa­he­de et­ti­ğin halde, haşr-i cis­ma­nî­yi akıl­dan uzak görüp istib’ad et­mek­le inkâr etsen; ne kadar di­va­ne­lik ol­du­ğu­nu sen de an­lar­sın. Bak Fer­man-ı A’zam, bah­set­ti­ği­miz ha­ki­ka­ta dair ne diyor:

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
"Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kadirdir." Rum Sûresi, 30:50.

   El­ha­sıl: Haşre mani’ hiç­bir şey yok­tur. Muk­te­zi ise her şey­dir.

   Evet mah­şer-i acaib olan şu koca Arzı, âdi bir hay­van gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hay­va­na hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneş’i on­la­ra şu mi­sa­fir­ha­ne­de ışık ve­ri­ci ve ısın­dı­rı­cı bir lâmba eden, sey­ya­ra­tı me­lek­le­ri­ne tay­ya­re yapan bir zâtın, bu de­re­ce muh­te­şem ve ser­me­dî ru­bu­bi­ye­ti ve bu de­re­ce mu­az­zam ve muhit hâ­ki­mi­ye­ti; el­bet­te yal­nız böyle ge­çi­ci, de­vam­sız, bî­ka­rar, ehem­mi­yet­siz, mü­te­gay­yir, be­ka­sız, nâkıs, te­kem­mül­süz umûr-u dünya üze­rin­de ku­rul­maz ve dur­maz.

   Demek ona şa­yes­te, daimî, ber­ka­rar, ze­val­siz, muh­te­şem bir di­yar-ı âher var. Başka bâki bir mem­le­ke­ti var­dır. Bizi onun için ça­lış­tı­rır. Oraya davet eder ve oraya nak­le­de­ce­ği­ne; za­hir­den ha­ki­ka­te geçen ve kurb-u hu­zu­ru­na mü­şer­ref olan bütün er­vah-ı ney­yi­re as­ha­bı, bütün ku­lûb-u mü­nev­ve­re ak­ta­bı, bütün ukûl-ü nu­ra­ni­ye er­ba­bı şe­ha­det edi­yor­lar ve bir mü­kâ­fat ve mü­ca­zat ihzar et­ti­ği­ni müt­te­fi­kan haber ve­ri­yor­lar ve mü­ker­re­ren pek kuv­vet­li va’d ve pek şid­det­li teh­did eder, nak­le­der­ler.

   Hulf-ül va’d ise hem zil­let, hem te­zel­lül­dür. Hiç bir ci­het­le ce­lal-ü kud­si­ye­ti­ne ya­na­şa­maz.

   Hulf-ül vaîd ise ya afv­dan, ya aciz­den gelir. Hal­bu­ki küfür; ci­na­yet-i mut­la­ka­dır, (Ha­şi­ye)

   Evet küfür, mev­cu­da­tın kıy­me­ti­ni iskat ve ma­na­sız­lık­la it­ti­ham et­ti­ğin­den, bütün kâ­ina­ta karşı bir tah­kir ve mev­cu­dat âyi­ne­le­rin­de cil­ve-i es­ma­yı inkâr ol­du­ğun­dan bütün es­ma-i İla­hi­ye­ye karşı bir tez­yif ve mev­cu­da­tın vah­da­ni­ye­te olan şe­ha­det­le­ri­ni red­det­ti­ğin­den bütün mah­lu­ka­ta karşı bir tek­zib ol­du­ğun­dan; is­ti­dad-ı in­sa­nî­yi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı ka­bu­le li­ya­ka­tı kal­maz.
   Hem bir zulm-ü azîm­dir ki, umum mah­lu­ka­tın ve bütün es­ma-i İla­hi­ye­nin hu­ku­ku­na bir te­ca­vüz­dür. İşte şu hu­ku­kun mu­ha­fa­za­sı ve nefs-i kâfir hayra ka­bi­li­yet­siz­li­ği, küf­rün adem-i af­vı­nı ik­ti­za eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu ma­na­yı ifade eder.

   afva kabil değil. Ka­dîr-i Mut­lak ise, aciz­den mü­nez­zeh ve mu­kad­des­tir.

   Şa­hid­ler, muh­bir­ler ise; mes­lek­le­rin­de, meş­reb­le­rin­de, mez­heb­le­rin­de muh­te­lif ol­duk­la­rı halde ke­mal-i it­ti­fak ile şu mes’ele­nin esa­sın­da müt­te­hid­dir­ler. Kes­ret­çe te­va­tür de­re­ce­sin­de­dir­ler, key­fi­yet­çe icma’ kuv­ve­tin­de­dir­ler. Mev­ki­ce her­bi­ri nev’-i be­şe­rin bir yıl­dı­zı, bir ta­ife­nin gözü, bir mil­le­tin azi­zi­dir­ler. Ehem­mi­yet­çe şu mes’elede hem ehl-i ih­ti­sas, hem ehl-i is­bat­tır­lar. Hal­bu­ki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ih­ti­sas, bin­ler baş­ka­lar­dan mü­rec­cah­tır­lar ve ih­bar­da iki müs­bit, bin­ler nâ­fî­le­re ter­cih edi­lir. Me­se­lâ Ra­ma­zan hi­lâ­li­nin sü­bu­tu­nu ihbar eden iki adam, bin­ler mün­kir­le­rin in­kâr­la­rı­nı hiçe atar­lar.

   El­ha­sıl: Dün­ya­da bun­dan daha doğru bir haber, daha sağ­lam bir dava, daha zahir bir ha­ki­kat ola­maz.

   Demek, şüb­he­siz dünya bir mez­ra­adır. Mah­şer ise bir bey­der­dir, har­man­dır. Cen­net, Ce­hen­nem ise birer mah­zen­dir.

Onuncu Hakikat

(İcmali on­bi­rin­ci su­ret­te)

   Bâb-ı hik­met, ina­yet, rah­met, ada­let­tir.

   İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Şu be­ka­sız mi­sa­fir­ha­ne-i dün­ya­da ve şu de­vam­sız mey­dan-ı im­ti­han­da ve şu se­bat­sız teş­hir­gâh-ı arzda bu de­re­ce bahir bir hik­met, bu de­re­ce zahir bir ina­yet ve bu de­re­ce kahir bir ada­let ve bu de­re­ce vâsi bir mer­ha­me­tin âsâ­rı­nı gös­te­ren Mâ­lik-ül Mülk-i Zül­ce­lal’in da­ire-i mem­le­ke­tin­de ve âlem-i mülk ve me­le­kû­tun­da daimî mes­ken­ler, ebedî sâ­kin­ler, bâki ma­kam­lar, mukim mah­luk­lar bu­lun­ma­yıp şu gö­rü­nen hik­met, ina­yet, ada­let, mer­ha­me­tin ha­ki­kat­la­rı hiçe insin?..

   Hem hiç kabil midir ki o Zât-ı Hakîm, şu in­sa­nı

   bütün mah­lu­kat için­de ken­di­ne küllî mu­ha­tab ve câmi’ bir âyine yapıp bütün ha­za­in-i rah­me­ti­nin müş­te­mi­lâ­tı­nı ona tat­tır­sın, hem tart­tır­sın, hem ta­nıt­tır­sın, ken­di­ni bütün es­ma­sıy­la ona bil­dir­sin, onu sev­sin ve sev­dir­sin..

   sonra o bî­ça­re in­sa­nı o ebedî mem­le­ke­ti­ne gön­der­me­sin? O daimî sa­adet­gâ­ha davet edip mes’ud et­me­sin?

   Hem hiç makul mudur ki, hattâ çe­kir­dek kadar her­bir mev­cu­da

   bir ağaç kadar va­zi­fe yükü yük­le­sin,
   çi­çek­le­ri kadar hik­met­le­ri bin­dir­sin,
   se­me­re­le­ri kadar mas­la­hat­la­rı tak­sın da

   bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara

■ dün­ya­ya mü­te­vec­cih yal­nız bir çe­kir­dek kadar gaye ver­sin!
■ Bir har­dal kadar ehem­mi­ye­ti ol­ma­yan dün­ye­vî be­ka­sı­nı gaye yap­sın!
■ Ve bun­la­rı, âlem-i ma­na­ya çe­kir­dek­ler ve âlem-i âhi­re­te bir mez­raa yap­ma­sın!
   Tâ ha­ki­kî ve lâyık ga­ye­le­ri­ni ver­sin­ler.

Ve bu kadar mühim ih­ti­fa­lât-ı mü­him­me­yi ga­ye­siz, boş, abes bı­rak­sın.
On­la­rın yü­zü­nü âlem-i ma­na­ya, âlem-i âhi­re­te çe­vir­me­sin?
   Tâ asıl ga­ye­le­ri ve lâyık mey­ve­le­ri­ni gös­ter­sin.

   Evet hiç müm­kün müdür ki: Bu şey­le­ri böyle hi­laf-ı ha­ki­kat yap­mak­la kendi ev­saf-ı ha­ki­ki­ye­si olan Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in zıd­la­rıy­la -hâşâ sümme hâşâ- mut­ta­sıf gös­te­rip hik­met ve ke­re­mi­ne, adl ve rah­me­ti­ne de­la­let eden bütün kâ­ina­tın ha­ka­ikı­nı tek­zib etsin, bütün mev­cu­da­tın şe­ha­det­le­ri­ni red­det­sin, bütün mas­nu­atın de­la­let­le­ri­ni ibtal etsin?

   Hem hiç akıl kabul eder mi ki, in­sa­nın ba­şı­na ve için­de­ki ha­vas­sı­na saç­la­rı ade­din­ce va­zi­fe­ler yük­let­sin de, yal­nız bir saç hük­mün­de ona bir üc­ret-i dün­ye­vi­ye ver­sin; ada­let-i ha­ki­ki­ye­si­ne zıd ola­rak ve hik­met-i ha­ki­ki­ye­si­ne mü­na­fî, ma­na­sız iş yap­sın?

   Hem hiç müm­kün müdür ki, bir ağaca tak­tı­ğı ne­ti­ce­ler, mey­ve­ler mik­ta­rın­ca her­bir zî­ha­ya­ta, belki lisan gibi her­bir uz­vu­na, belki her­bir mas­nua o de­re­ce hik­met­le­ri, mas­la­hat­la­rı tak­mak­la ken­di­si­nin bir Ha­kîm-i Mut­lak ol­du­ğu­nu isbat edip gös­ter­sin,

   Sonra bütün hik­met­le­rin en bü­yü­ğü ve bütün mas­la­hat­la­rın en mü­him­mi ve bütün ne­ti­ce­le­rin en el­ze­mi ve hik­me­ti hik­met, ni­me­ti nimet, rah­me­ti rah­met eden ve bütün hik­met­le­rin, ni­met­le­rin, rah­met­le­rin, mas­la­hat­la­rın men­baı ve ga­ye­si olan beka ve li­ka­yı ve sa­adet-i ebe­di­ye­yi ver­me­yip ter­ke­de­rek, bütün iş­le­ri­ni abe­si­yet-i mut­la­ka de­re­ke­si­ne dü­şür­sün

   ve ken­di­ni o zâta ben­zet­sin ki; öyle bir saray yapar, her­bir ta­şın­da bin­ler­ce na­kış­lar, her­bir ta­ra­fın­da bin­ler zî­net­ler ve her­bir men­zi­lin­de bin­ler kıy­met­dar âlât ve le­va­zı­mat-ı bey­ti­ye bu­lun­dur­sun da sonra ona dam yap­ma­sın, her şey çü­rü­sün, bey­hu­de bo­zul­sun. Hâşâ ve kellâ!.

   Hayr-ı Mut­lak’tan hayır gelir, Ce­mil-i Mut­lak’tan gü­zel­lik gelir, Ha­kîm-i Mut­lak’tan abes bir şey gel­mez.

   Evet her kim fik­ren ta­ri­he binip mazi ci­he­ti­ne gitse, şu za­man-ı ha­zır­da gör­dü­ğü­müz men­zil-i dünya, mey­dan-ı ib­ti­lâ, meş­her-i eşya gibi, se­ne­ler ade­din­ce vefat etmiş men­zil­ler, mey­dan­lar, meş­her­ler, âlem­ler gö­recek. Su­ret­çe, key­fi­yet­çe bir­bi­rin­den ayrı ol­duk­la­rı halde; in­ti­zam­ca, aca­ib­ce, Sâni’in kud­ret ve hik­me­ti­ni gös­ter­mek­çe bir­bi­ri­ne ben­zer.

   Hem gö­recek ki; o se­bat­sız men­zil­ler­de, o de­vam­sız mey­dan­lar­da, o be­ka­sız meş­her­ler­de

● kadar bahir bir hik­me­tin in­ti­za­ma­tı­nı,
● de­re­ce zahir bir ina­ye­tin işa­ra­tı­nı,
● mer­te­be kahir bir ada­le­tin ema­ra­tı­nı,
● de­re­ce vâsi bir mer­ha­me­tin se­me­ra­tı­nı gö­recek.

   Ba­si­ret­siz ol­ma­mak şar­tıy­la ya­kî­nen bi­lecek ki:

hik­met­ten daha ekmel bir hik­met ola­maz
ve o âsârı gö­rü­nen ina­yet­ten daha ecmel bir ina­yet kabil değil
ve o ema­ra­tı gö­rü­nen ada­let­ten daha ecell bir ada­let yok­tur
ve o se­me­ra­tı gö­rü­nen mer­ha­met­ten daha eşmel bir mer­ha­met ta­sav­vur edil­mez.

   Eğer farz-ı muhal ola­rak şu iş­le­ri çe­vi­ren, şu mi­sa­fir­le­ri ve mi­sa­fir­ha­ne­le­ri de­ğiş­ti­ren Sul­tan-ı Ser­me­dî’nin da­ire-i mem­le­ke­tin­de daimî men­zil­ler, âlî me­kân­lar, sabit ma­kam­lar, bâki mes­ken­ler, mukim ahali, mes’ud ibadı bu­lun­maz­sa; ziya, hava, su, top­rak gibi kuv­vet­li ve şü­mul­lü dört ana­sır-ı ma­ne­vi­ye olan hik­met, ada­let, ina­yet, mer­ha­me­tin ha­ki­kat­la­rı­nı nef­yet­mek ve o ana­sır-ı za­hi­ri­ye gibi, gö­rü­nen vü­cud­la­rı­nı inkâr etmek lâ­zım­ge­lir.

   Çünki şu be­ka­sız dünya ve mâ­fî­ha, on­la­rın tam ha­ki­kat­la­rı­na maz­har ola­ma­dı­ğı ma­lûm­dur.

   Eğer başka yerde dahi on­la­ra tam maz­har ola­cak mekân bu­lun­maz­sa, o vakit gün­dü­zü dol­du­ran zi­ya­yı gör­dü­ğü halde, Gü­ne­şin vü­cu­du­nu inkâr etmek de­re­ce­sin­de bir di­va­ne­lik­le,

şu her şeyde bu­lu­nan gö­zü­müz önün­de­ki hik­me­ti inkâr etmek,
şu nef­si­miz­de ve ekser eş­ya­da her vakit mü­şa­he­de et­ti­ği­miz ina­ye­ti inkâr etmek
ve şu pek kuv­vet­li ema­ra­tı gö­rü­nen ada­le­ti inkâr etmek (Ha­şi­ye)

   Evet ada­let iki şık­tır. Biri müs­bet, di­ğe­ri men­fî­dir.

   Müs­bet ise, hak sa­hi­bi­ne hak­kı­nı ver­mek­tir.
   Şu kısım ada­let, bu dün­ya­da be­da­het de­re­ce­sin­de iha­ta­sı var­dır. Çünki “Üçün­cü Ha­ki­kat”ta isbat edil­di­ği gibi; her­şe­yin is­ti­dad li­sa­nıy­la ve ih­ti­yac-ı fıtrî li­sa­nıy­la ve ız­dı­rar li­sa­nıy­la Fâ­tır-ı Zül­ce­lal’den is­te­di­ği bütün mat­lu­ba­tı­nı ve vücud ve ha­ya­tı­na lâzım olan bütün hu­ku­ku­nu mah­sus mi­zan­lar­la, mu­ay­yen öl­çü­ler­le bil­mü­şa­he­de ve­ri­yor. Demek ada­le­tin şu kısmı, vücud ve hayat de­re­ce­sin­de kat’î var­dır.

   İkinci kısım men­fî­dir ki
, hak­sız­la­rı ter­bi­ye et­mek­tir. Yani hak­sız­la­rın hak­kı­nı, tazib ve tec­zi­ye ile ve­ri­yor.
   Şu şık ise çen­dan ta­ma­mıy­la şu dün­ya­da te­za­hür et­mi­yor. Fakat o ha­ki­ka­tın vü­cu­du­nu ihsas edecek bir su­ret­te had­siz işa­rat ve ema­rat var­dır. Ez­cüm­le: Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu za­ma­nın mü­te­mer­rid ka­vim­le­ri­ne kadar gelen sil­le-i te’dib ve tâ­zi­ya­ne-i tazib, gayet âlî bir ada­le­tin hü­küm­ran ol­du­ğu­nu hads-i kat’î ile gös­te­ri­yor.

ve şu her yerde gör­dü­ğü­müz mer­ha­me­ti inkâr etmek lâ­zım­gel­di­ği gibi;

   şu kâ­inat­ta gör­dü­ğü­müz ic­ra­at-ı ha­kî­ma­ne ve ef’al-i ke­ri­ma­ne ve ih­sa­nat-ı ra­hî­ma­ne­nin sa­hi­bi­ni -hâşâ sümme hâşâ- sefih bir oyun­cu, gad­dar bir zalim ol­du­ğu­nu kabul etmek lâ­zım­ge­lir ki, ni­ha­yet­siz muhal bir in­kı­lab-ı ha­ka­ik­tir.

   Hattâ her­şe­yin vü­cu­du­nu ve kendi nef­si­nin vü­cu­du­nu inkâr eden ahmak So­fes­ta­îler dahi bunun ta­sav­vu­ru­na kolay kolay ya­na­şa­maz­lar.

   El­ha­sıl:

 Şu gö­rü­nen şu­unat, dün­ya­da­ki vüs’atli iç­ti­ma­at-ı ha­ya­ti­ye ve sür’atli if­ti­ra­kat-ı mev­ti­ye
 ve haş­met­li top­lan­ma­lar ve çabuk da­ğıl­ma­lar
 ve aza­met­li ih­ti­fa­lat ve büyük te­cel­li­yat ile ve on­la­rın bu âleme ait bu dün­ya-yı fâ­ni­de kısa bir za­man­da ma­lû­mu­muz olan se­me­rat-ı cüz’iye­le­ri, ehem­mi­yet­siz ve mu­vak­kat ga­ye­le­ri ma­bey­nin­de hiç mü­na­se­bet ol­ma­dı­ğın­dan,

   âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hik­met­ler, ga­ye­ler tak­mak;

   bir büyük dağa, bir küçük taş gibi mu­vak­kat bir ga­ye-i cüz’iye ver­me­ye ben­zer ki; hiç­bir akıl ve hik­me­te uygun ge­le­mez.

   Demek şu mev­cu­dat ve şu­unat ile ve dün­ya­ya ait ga­ye­le­ri or­ta­sın­da bu de­re­ce nis­bet­siz­lik, kat’iyyen şe­ha­det eder ki;

   bu mev­cu­da­tın

  yüz­le­ri âlem-i ma­na­ya mü­te­vec­cih­tir, mü­na­sib mey­ve­le­ri orada ve­ri­yor
•  ve göz­le­ri es­ma-i kud­si­ye­ye dik­kat edi­yor­lar, ga­ye­le­ri o âleme ba­kı­yor.
  Ve öz­le­ri dünya top­ra­ğı al­tın­da,
  sün­bül­le­ri âlem-i mi­sal­de in­ki­şaf edi­yor.

   İnsan is­ti­da­dı nis­be­tin­de bu­ra­da eki­yor ve eki­li­yor, âhi­ret­te mah­sul alı­yor.

   Evet şu eş­ya­nın es­ma-i İla­hi­ye­ye ve âlem-i âhi­re­te mü­te­vec­cih yüz­le­ri­ne bak­san gö­re­cek­sin ki;

  Mu’ci­ze-i kud­ret olan her­bir çe­kir­de­ğin bir ağaç kadar ga­ye­si var.
  Ke­li­me-i hik­met olan her­bir çi­çe­ğin (Ha­şi­ye) bir ağaç çi­çek­le­ri kadar ma­na­la­rı var.

   Sual: Eğer dense: Neden en çok mi­sal­le­ri çi­çek­ten ve çe­kir­dek­ten ve mey­ve­den ge­ti­ri­yor­sun?
   El­ce­vab: Çünki onlar hem mu’ci­zat-ı kud­re­tin en an­ti­ka­la­rı, en hâ­ri­ka­la­rı, en na­ze­nin­le­ri­dir­ler. Hem ehl-i ta­bi­at ve ehl-i da­la­let ve ehl-i fel­se­fe, on­lar­da­ki ka­lem-i kader ve kud­re­tin yaz­dı­ğı ince hattı oku­ya­ma­dık­la­rı için on­lar­da bo­ğul­muş­lar, ta­bi­at ba­tak­lı­ğı­na düş­müş­ler.

  Ve o hâ­ri­ka-i san’at ve man­zu­me-i rah­met olan her­bir mey­ve­nin, bir ağa­cın mey­ve­le­ri kadar hik­met­le­ri var.

   Biz­le­re rızık ol­ma­sı ise; o bin­ler hik­met­le­rin­den bir­tek hik­met­tir ki, va­zi­fe­si biter, ma­na­sı­nı ifade eder, vefat eder, mi­de­miz­de def­ne­di­lir.

   Madem bu fâni eşya, başka yerde bâki mey­ve­ler ve­rir­ler ve daimî su­ret­ler bı­ra­kır ve başka ci­het­te ebedî ma­na­lar ifade eder, ser­me­dî tes­bi­hat yapar.

   Ve insan ise, on­la­rın şu ci­he­ti­ne bakan yüz­le­ri­ne bak­mak­la insan olur, fâ­ni­de bâ­ki­ye yol bulur.

   Demek, bu hayat ve mevt için­de yu­var­la­nan, top­la­nıp da­ğı­lan mev­cu­dat için­de başka mak­sad var.

   Tem­sil­de kusur yok­tur: Şu ahval, tak­lid ve tem­sil için teş­kil ve ter­tib edi­len ah­va­le ben­zer. Nasıl büyük mas­raf­la kısa iç­ti­ma­lar, da­ğıl­ma­lar ya­pı­lı­yor. Tâ su­ret­ler alın­sın, ter­kib edil­sin, si­ne­ma­da daim gös­te­ril­sin.

   Onun gibi, bu dün­ya­da kısa bir müd­det zar­fın­da ha­yat-ı şah­si­ye ve ha­yat-ı iç­ti­ma­iye ge­çir­me­nin bir ga­ye­si şudur ki; su­ret­ler alı­nıp ter­kib edil­sin, ne­ti­ce-i amel­le­ri alı­nıp hıf­ze­dil­sin. Tâ bir mec­ma-i ek­ber­de mu­ha­se­be­si gö­rül­sün ve bir meş­her-i a’zamda gös­te­ril­sin ve bir sa­adet-i uz­ma­ya is­ti­da­dı gös­te­ril­sin.

   Demek ha­dîs-i şe­rif­te “Dünya âhi­ret mez­ra­ası­dır” diye bu ha­ki­ka­tı ifade edi­yor.

   Madem dünya var. Ve dünya için­de bu âsâ­rıy­la hik­met ve ina­yet ve rah­met ve ada­let var. El­bet­te dün­ya­nın vü­cu­du gibi kat’î ola­rak âhi­ret de var.

   Madem dün­ya­da her­şey bir ci­het­te o âleme ba­kı­yor. Demek oraya gi­di­li­yor. Âhi­re­ti inkâr etmek, dünya ve mâ­fî­ha­yı inkâr etmek de­mek­tir.

   Demek ecel ve kabir in­sa­nı bek­le­di­ği gibi, Cen­net ve Ce­hen­nem de in­sa­nı bek­li­yor ve göz­lü­yor.

Onbirinci Hakikat

   Bâb-ı in­sa­ni­yet­tir. İsm-i Hakk’ın cil­ve­si­dir.

   Hiç mümkün müdür ki: Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bilhak, insanı

•  şu kâ­inat için­de ru­bu­bi­yet-i mut­la­ka­sı­na ve umum âlem­le­re ru­bu­bi­yet-i âm­me­si­ne karşı en ehem­mi­yet­li bir abd
•  ve hi­ta­bat-ı Süb­ha­ni­ye­si­ne en mü­te­fek­kir bir mu­ha­tab
•  ve maz­ha­ri­yet-i es­ma­sı­na en câmi’ bir âyine
•  ve onu ism-i a’zamın te­cel­li­si­ne ve her isim­de bu­lu­nan ism-i a’zam­lık mer­te­be­si­nin te­cel­li­si­ne maz­har bir ah­sen-i tak­vim­de en güzel bir mu’ci­ze-i kud­ret
•  ve ha­za­in-i rah­me­ti­nin müş­te­mi­lâ­tı­nı tart­mak, ta­nı­mak için en zi­ya­de mizan ve âlet­le­re mâlik bir mü­dak­kik
•  ve ni­ha­yet­siz ni­met­le­ri­ne en zi­ya­de muh­taç
•  ve fe­na­dan en zi­ya­de mü­te­el­lim
•  ve be­ka­ya en zi­ya­de müş­tak
•  ve hay­va­nat için­de en nazik ve en naz­dar ve en fakir ve en muh­taç
•  ve ha­yat-ı dün­ye­vi­ye­ce en mü­te­el­lim ve en bed­baht
•  ve is­ti­dad­ça en ulvî ve en yük­sek

   su­ret­te, ma­hi­yet­te ya­rat­sın da, onu müs­ta­id ol­du­ğu ve müş­tak ol­du­ğu ve lâyık ol­du­ğu bir dâr-ı ebe­dî­ye gön­der­me­yip, ha­ki­kat-ı in­sa­ni­ye­yi ibtal ede­rek kendi hak­ka­ni­ye­ti­ne taban ta­ba­na zıd ve ha­ki­kat na­za­rın­da çir­kin bir hak­sız­lık etsin!

   Hem hiç kabil midir ki: Hâ­kim-i Bil­hak, Ra­hîm-i Mut­lak; in­sa­na öyle bir is­ti­dad verip, yer ile gök­ler ve dağ­lar ta­ham­mü­lün­den çe­kin­di­ği ema­net-i küb­ra­yı ta­ham­mül edip, yani kü­çü­cük cüz’î öl­çü­le­riy­le, san’at­çık­la­rıy­la Hâ­lı­kı­nın muhit sı­fat­la­rı­nı, küllî şu­una­tı­nı, ni­ha­yet­siz te­cel­li­ya­tı­nı öl­çe­rek bilip;

   hem yerde en nazik, na­ze­nin, naz­dar, âciz, zaîf ya­ra­tıp; hal­bu­ki bütün yerin ne­ba­tî ve hay­va­nî olan mah­lu­ka­tı­na bir nevi tan­zi­mat me­mu­ru yapıp, on­la­rın tarz-ı tes­bi­hat ve iba­det­le­ri­ne mü­da­ha­le et­ti­rip, kâ­inat­ta­ki ic­ra­at-ı İla­hi­ye­ye kü­çü­cük mik­yas­ta bir tem­sil gös­te­rip, ru­bu­bi­yet-i Süb­ha­ni­ye­yi fi­ilen ve kalen kâ­inat­ta ilân et­tir­mek, me­lek­le­ri­ne ter­cih edip hi­la­fet rüt­be­si­ni ver­di­ği halde;

   ona bütün bu va­zi­fe­le­ri­nin ga­ye­si ve ne­ti­ce­si ve se­me­re­si olan sa­adet-i ebe­di­ye­yi ver­me­sin? Onu bütün mah­lu­ka­tı­nın en bed­baht, en bî­ça­re, en mu­si­bet­ze­de, en dert­mend, en zelil bir de­re­ke­ye atıp; en mü­ba­rek, nu­ra­nî ve âlet-i tes’id bir he­di­ye-i hik­me­ti olan aklı o bî­ça­re­ye en meş’um ve zul­ma­nî bir âlet-i tazib yapıp, hik­met-i mut­la­ka­sı­na büs­bü­tün zıd ve mer­ha­met-i mut­la­ka­sı­na kül­li­yen mü­na­fî bir mer­ha­met­siz­lik etsin. Hâşâ ve kellâ!

   El­ha­sıl: Nasıl hi­kâ­ye-i tem­si­li­ye­de bir za­bi­tin cüz­da­nı­na ve def­te­ri­ne bakıp gör­müş idik ki; hem rüt­be­si, hem va­zi­fe­si, hem maaşı, hem düs­tur-u ha­re­ke­ti, hem ci­ha­za­tı bize gös­ter­di ki; o zabit, o mu­vak­kat mey­dan için değil, belki müs­te­kar bir mem­le­ke­te gi­decek de ona göre ça­lı­şı­yor.

   Aynen onun gibi; in­sa­nın kalb cüz­da­nın­da­ki le­ta­if ve akıl def­te­rin­de­ki havas ve is­ti­da­dın­da­ki ci­ha­zat, ta­ma­men ve müt­te­fi­kan sa­adet-i ebe­di­ye­ye mü­te­vec­cih ve ona göre ve­ril­miş ve ona göre teç­hiz edil­miş ol­du­ğu­na ehl-i tah­kik ve keşf müt­te­fik­tir­ler. Ez­cüm­le:

   Me­se­lâ aklın bir hiz­met­kâ­rı ve tas­vir­ci­si olan kuv­ve-i ha­ya­li­ye­ye de­nil­se ki: “Sana bir mil­yon sene ömür ile sal­ta­nat-ı dünya ve­ri­lecek, fakat âhir­de mut­la­ka hiç ola­cak­sın.” Te­veh­hüm al­dat­ma­mak, nefis ka­rış­ma­mak şar­tıy­la “oh” ye­ri­ne “âh” di­yecek ve te­es­süf edecek.

   Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve ci­ha­zat-ı in­sa­ni­ye­yi do­yu­ra­mı­yor.

   İşte bu is­ti­dad­dan­dır ki, in­sa­nın ebede uzan­mış emel­le­ri ve kâ­ina­tı ihata etmiş ef­kâr­la­rı ve ebedî sa­adet­le­ri­nin enva’ına ya­yıl­mış ar­zu­la­rı gös­te­rir ki; bu insan ebed için hal­ke­dil­miş ve ebede gi­de­cek­tir. Bu dünya ona bir mi­sa­fir­ha­ne­dir ve âhi­re­ti­ne bir in­ti­zar sa­lo­nu­dur.

Onikinci Hakikat

(İcmali Oni­kin­ci su­re­tin so­nun­da­ki bür­han­da)

   Bâb-ur Ri­sa­le­ti ve-t Ten­zil’dir. “Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­hîm”in cil­ve­si­dir.

   Hiç müm­kün müdür ki: Bütün en­bi­ya mu’ci­ze­le­ri­ne is­ti­nad ede­rek sö­zü­nü teyid et­tik­le­ri ve bütün ev­li­ya keşf ü ke­ra­met­le­ri­ne is­ti­nad edip da­va­sı­nı tas­dik et­tik­le­ri ve bütün as­fi­ya tah­ki­ka­tı­na is­ti­nad ede­rek hak­ka­ni­ye­ti­ne şe­ha­det et­tik­le­ri, Re­sul-i Ekrem Sal­lal­la­hü Aley­hi ve Sel­lem’in ta­hak­kuk etmiş bin mu’ci­za­tı­nın kuv­ve­ti­ne is­ti­nad edip bütün kuv­ve­tiy­le, hem kırk ve­cih­le mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm bin­ler âyât-ı kat’iy­ye­si­ne is­ti­nad ede­rek, bütün kat’iy­yet­le aç­tık­la­rı âhi­ret yo­lu­nu ve küşad et­tik­le­ri Cen­net ka­pı­sı­nı, sinek ka­na­dı kadar kuv­ve­ti bu­lun­ma­yan vâhî ve­him­ler, ne haddi var ki ka­pa­ta­bil­sin!

   Geçen ha­ki­kat­lar­dan an­la­şıl­dı ki; haşir mes’elesi öyle râsih bir ha­ki­kat­tır ki, Kü­re-i Arzı ye­rin­den kal­dı­ra­cak, kırıp ata­cak bir kuv­vet o ha­ki­ka­tı sar­sa­maz.

   Zira o ha­ki­ka­tı Ce­nab-ı Hak bütün esma ve sı­fâ­tı­nın ik­ti­za­sı ile tes­bit edi­yor ve Re­sul-i Ekrem’i bütün mu’cizat ve be­ra­hi­niy­le tas­dik edi­yor ve Kur’an-ı Hakîm bütün ha­ka­ik ve âyâ­tıy­la onu isbat edi­yor ve şu kâ­inat bütün âyât-ı tek­vi­ni­ye ve şu­unat-ı ha­kî­ma­ne­si ile şe­ha­det edi­yor.

   Acaba hiç müm­kün müdür ki; haşir mes’ele­sin­de Vâ­cib-ül Vücud ile bütün mev­cu­dat -kâ­fir­ler müs­tes­na ola­rak- it­ti­fak etmiş olsun, kıl kadar kuv­ve­ti ol­ma­yan şüb­he­ler, şey­ta­nî ves­ve­se­ler o dağ gibi ha­ki­kat-ı râ­si­ha-i âli­ye­yi sars­sın, ye­rin­den kal­dır­sın? Hâşâ ve kellâ!

   Sakın zan­net­me, de­la­il-i haş­ri­ye, bah­set­ti­ği­miz oniki ha­ki­ka­ta mün­ha­sır­dır. Hâyır, belki yal­nız Kur’an-ı Hakîm, geçen şu oniki ha­ki­kat­la­rı bize ders ver­di­ği gibi, daha bin­ler vü­cu­ha işa­ret edip, her­bir vecih kavî bir ema­re­dir ki: Hâ­lı­kı­mız bizi bu dâr-ı fâ­ni­den bir dâr-ı bâ­ki­ye nak­le­de­cek­tir.

   Hem sakın zan­net­me ki: Haşri ik­ti­za eden es­ma-i İla­hi­ye, bah­set­ti­ği­miz gibi yal­nız Hakîm, Kerim, Rahîm, Âdil, Hafîz isim­le­ri­ne mün­ha­sır­dır. Hâyır, belki kâ­ina­tın ted­bi­rin­de te­cel­li eden bütün es­ma-i İla­hi­ye, âhi­re­ti ik­ti­za eder, belki is­til­zam eder.

   Hem zan­net­me ki: haşre de­la­let eden kâ­ina­tın âyât-ı tek­vi­ni­ye­si, şu geçen bah­set­ti­ği­mi­ze mün­ha­sır­dır. Hâyır, belki ekser mev­cu­dat­ta sağa sola açı­lır per­de­ler gibi vecih ve key­fi­yet­le­ri var­dır ki; bir vechi Sâni’a şe­ha­det et­ti­ği gibi, diğer vechi de haşre işa­ret eder.

   Me­se­lâ: İnsa­nın ah­sen-i tak­vim­de­ki hüsn-ü mas­nu­iye­ti, Sâni’i gös­ter­di­ği gibi; o ah­sen-i tak­vim­de­ki ka­bi­li­yet-i câ­mi­asıy­la kısa bir za­man­da zeval bul­ma­sı, haşri gös­te­rir. Bazı kerre bir ve­cih­le iki na­zar­la ba­kıl­sa; hem Sâni’i, hem haşri gös­te­rir. Me­se­lâ ekser eş­ya­da gö­rü­nen hik­me­tin tan­zi­mi, ina­ye­tin tez­yi­ni, ada­le­tin tev­zi­ni ve rah­me­tin tal­ti­fi; na­sıl­ki ma­hi­yet­le­ri­ne ba­kıl­sa, bir Sâni’-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in dest-i kud­re­tin­den çık­tı­ğı­nı gös­te­rir­ler. Onun gibi, bun­la­rın kuv­ve­ti ve had­siz­lik­le­riy­le be­ra­ber, şun­la­rın maz­har­la­rı olan şu fâni mev­cu­da­tın ehem­mi­yet­siz ve az ya­şa­ma­sı­na ba­kıl­sa, âhi­ret gö­rü­nür. Demek ki, her­şey li­san-ı hal ile “Âmen­tü bil­la­hi ve bil­yevm-il âhir” oku­yor ve okut­tu­ru­yor.

Hâtime

   Geçen oniki ha­ki­kat, bir­bi­ri­ni teyid eder, bir­bi­ri­ni tek­mil eder, bir­bi­ri­ne kuv­vet verir. Bütün onlar bir­den it­ti­had ede­rek ne­ti­ce­yi gös­te­rir. Hangi veh­min haddi var; şu demir gibi, belki elmas gibi oniki muh­kem sur­la­rı delip ge­çe­bil­sin. Tâ hısn-ı ha­sîn­de olan haşr-i îma­nî­yi sars­sın!

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
"Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." Lokman Sûresi, 31:28.

   âyet-i ke­ri­me­si ifade edi­yor ki: “Bütün in­san­la­rın hal­ko­lun­ma­sı ve haş­re­dil­me­si, kud­ret-i İla­hi­ye­ye nis­be­ten bir­tek in­sa­nın halkı ve haşri gibi âsan­dır.” Evet öy­le­dir. “Nokta” na­mın­da bir ri­sa­le­de Haşir bah­sin­de şu âye­tin ifade et­ti­ği ha­ki­ka­tı taf­sî­len yaz­mı­şım. Bu­ra­da yal­nız bir kısım tem­si­lâ­tıy­la hü­lâ­sa­sı­na bir işa­ret ede­ce­ğiz. Eğer is­ter­sen o “Nokta”ya mü­ra­ca­at et.

   Me­se­lâ: وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى
“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.
-tem­sil­de kusur yok- na­sıl­ki “nu­ra­ni­yet” sır­rıy­la, Gü­ne­şin cil­ve­si kendi ih­ti­ya­rıy­la olsa da, bir zer­re­ye sü­hu­let­le ver­di­ği cil­ve­yi, aynı sü­hu­let­le had­siz şef­fa­fa­ta da verir.

   Hem “şef­fa­fi­yet” sır­rıy­la, bir zer­re-i şef­fa­fe­nin küçük göz be­be­ği Gü­ne­şin ak­si­ni al­ma­sın­da, de­ni­zin geniş yü­zü­ne mü­sa­vi­dir.

   Hem “in­ti­zam” sır­rıy­la, bir çocuk par­ma­ğıy­la gemi su­re­tin­de­ki oyun­ca­ğı­nı çe­vir­di­ği gibi, ko­ca­man bir di­rit­no­tu da çe­vi­rir.

   Hem “im­ti­sal” sır­rıy­la, bir ku­man­dan bir­tek ne­fe­ri bir arş em­riy­le tah­rik et­ti­ği gibi, bir koca or­du­yu da aynı ke­li­me ile tah­rik eder.

   Hem “mü­va­ze­ne” sır­rıy­la, cevv-i fe­za­da bir te­ra­zi ki, öyle ha­ki­kî has­sas ve o de­re­ce büyük far­ze­de­lim ki, iki ceviz te­ra­zi­nin iki gö­zü­ne ko­nul­sa his­se­der ve iki gü­ne­şi de is­ti­ab edip tar­tar. O iki ke­fe­sin­de bu­lu­nan iki ce­vi­zi bi­ri­ni se­ma­va­ta, bi­ri­ni yere in­di­ren aynı kuv­vet­le, iki şems bu­lun­sa; bi­ri­ni arşa, di­ğe­ri­ni ferşe kal­dı­rır, in­di­rir.

   Madem şu âdi, nâkıs, fâni müm­ki­nat­ta nu­ra­ni­yet ve şef­fa­fi­yet ve in­ti­zam ve im­ti­sal ve mü­va­ze­ne sır­la­rıy­la, en büyük şey en küçük şeye mü­sa­vi olur. Had­siz he­sab­sız şey­ler bir­tek şeye mü­sa­vi gö­rü­nür.

   El­bet­te Ka­dîr-i Mut­lak’ın zâtî ve ni­ha­yet­siz ve gayet ke­mal­de olan kud­re­ti­nin nu­ra­nî te­cel­li­ya­tı ve me­le­kû­ti­yet-i eş­ya­nın şef­fa­fi­ye­ti ve hik­met ve ka­de­rin in­ti­za­ma­tı ve eş­ya­nın eva­mir-i tek­vi­ni­ye­si­ne ke­mal-i im­ti­sa­li ve müm­ki­na­tın vücud ve ade­mi­nin mü­sa­va­tın­dan iba­ret olan im­kâ­nın­da­ki mü­va­ze­ne­si sır­rıy­la; az çok, büyük küçük ona mü­sa­vi ol­du­ğu gibi, bütün in­san­la­rı bir­tek insan gibi bir sayha ile haşre ge­ti­re­bi­lir.

   Hem bir şeyin kuv­vet ve za’fça me­ra­ti­bi, o şeyin içine zıd­dı­nın mü­da­ha­le­si­dir.

   Me­se­lâ ha­ra­re­tin de­re­ca­tı, so­ğu­ğun mü­da­ha­le­si­dir. Gü­zel­li­ğin me­ra­ti­bi, çir­kin­li­ğin mü­da­ha­le­si­dir. Zi­ya­nın ta­ba­ka­tı, ka­ran­lı­ğın mü­da­ha­le­si­dir. Fakat bir­şey zâtî olsa, ârızî ol­maz­sa, onun zıddı ona mü­da­ha­le ede­mez. Çünki cem’-i zıd­deyn lâ­zım­ge­lir. Bu ise, mu­hal­dir. Demek asıl, zâtî olan bir şeyde me­ra­tib yok­tur.

   Madem Ka­dîr-i Mut­lak’ın kud­re­ti zâ­tî­dir, müm­ki­nat gibi ârızî de­ğil­dir ve ke­mal-i mut­lak­ta­dır. Onun zıddı olan acz ise, mu­hal­dir ki te­da­hül etsin. Demek bir ba­ha­rı hal­ket­mek, Zât-ı Zül­ce­lal’ine bir çiçek kadar eh­ven­dir. Eğer es­ba­ba isnad edil­se; bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün in­san­la­rı ihya edip haş­ret­mek, bir nef­sin ih­ya­sı gibi ko­lay­dır.

   Mes’ele-i haş­rin ba­şın­dan bu­ra­ya kadar olan tem­sil su­ret­le­ri­ne ve ha­ki­kat­la­rı­na dair olan be­ya­na­tı­mız, Kur’an-ı Hakîm’in fey­zin­den­dir. Nefsi tes­li­me kalbi ka­bu­le ih­zar­dan iba­ret­tir. Asıl söz ise Kur’anın­dır. Zira söz odur ve söz onun­dur. Din­le­ye­lim:

فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ
"Tam ve kesin delil Allah'ındır." En'âm Sûresi, 6:149.
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
"Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kadirdir." Rum Sûresi, 30:50.
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
"Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' dedi. Sen de ki: 'Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O herşeyin yaratılışını hakkıyla bilendir." Yâsin Sûresi, 36:78-79.
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلكِنَّ عَذَابَ اللّهِ شَدِيدٌ اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّهِ حَدِيثًا
"Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Kıyamet gününün zelzelesi, muhakkak ki pek büyük birşeydir. Onu gördüğünüz gün, herbir emzikli kadın emzirdiğini unutur, herbir hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir; lâkin Allah'ın azabı pek şiddetlidir." Hac Sûresi, 22:1-2.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَد۪يثًا۟
"Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. And olsun ki, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde O sizi kabirlerinizden toplayıp diriltecektir. Allah'tan daha doğru sözlü kim var?" Nisâ Sûresi, 4:87.
اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ ٭ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ
"İhlâs ile kulluk edenler, nimetlerle dolu Cennet içindedir. Günaha dalan kâfirler ise Cehennem ateşindedir." İnfitar Sûresi, 82:13-14.
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
"Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan 'Ne oluyor buna?' der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfatını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür." Zilzâl Sûresi, 99:1-8.
اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ وَمَا اَدْرَيكَ مَا الْقَارِعَةُ يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ وَمَا اَدْرَيكَ مَاهِيَهْ نَارٌ حَامِيَةٌ
"Çarpacak olan felâket. Nedir o çarpacak olan felâket? O çarpacak felâketin ne olduğunu bilir misin? O gün insanlar ateşe çarpıp yere serilmiş pervanelere döner. Dağlar ise atılmış rengârenk yün gibi olur. Mizanı ağır gelen, hoşnut olacağı bir yaşayış içindedir. Mizanı hafif gelenin sığınacağı yer de hâviyedir. Hâviyenin ne olduğunu bilir misin? O kızgın bir ateştir." Karia Sûresi, 101:1-11.
وَ لِلّهِ غَيْبُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
"Göklerin ve yerin gizliliklerini bilmek Allah'a mahsustur. Kıyametin gerçekleşmesi ise, göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti herşeye yeter." Nahl Sûresi, 16:77.

   Daha bun­lar gibi âyât-ı bey­yi­nat-ı Kur’ani­ye­yi din­le­yip, “Âmen­nâ ve sad­dak­nâ” di­ye­lim.

آمَنْتُ بِاللّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّهِ تَعَالَى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ اَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَ اَنَّ مُنْكَرًا وَ نَكِيرًا حَقٌّ وَ اَنَّ اللّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى اَلْطَفِ وَ اَشْرَفِ وَ اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَاءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ وَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلَى اَزْيَنِ وَ اَحْسَنِ وَ اَجْلَى وَ اَعْلَى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَاءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلَى دَارِ اْلآخِرَةِ اَىِ الْجَنَّةِ. اَللّهُمَّ اَجِرْنَا وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا وَ اَدْخِلْ وَالِدَيْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ آمِينَ
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâdan geldiğine, ölümden sonra dirilişin hak olduğuna, Cennetin hak olduğuna, Cehennem ateşinin hak olduğuna, şefaatin hak olduğuna, Münker ve Nekir'in hak olduğuna, Allah'ın kabirlerdeki ölüleri tekrar dirilteceğine iman ettim. Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Al-lah resulü olduğuna şehadet ederim. Allahım! Tûbâ-i rahmetinin en lâtif, en şerif, en mükemmel ve en güzel meyvesi olan, âlemlere rahmet olarak ve Cennet demek olan dâr-ı âhireti gösteren şu tûbâ ağacının en süslü, en güzel, en parlak ve en âli semerelerine vesile-i vusulümüz olarak gönderdiğin zâta salât ve selâm et. Allahım, bizi ve anne ve babamızı ateşten koru. Bizi ve anne ve babamızı, ebrâr ile beraber, Seçkin Peygamberinin hürmetine Cennete dahil et. Âmin.

   Ey şu ri­sa­le­yi insaf ile mü­ta­laa eden kar­deş! Deme, niçin bu “Onun­cu Söz”ü bir­den ta­ma­mıy­la an­la­ya­mı­yo­rum ve tamam an­la­ma­dı­ğın için sı­kıl­ma!

   Çünkü İbn-i Sina gibi bir dâ­hî-yi hik­met,

اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş.

El-Gazâlî, el-İktisâd fi'l-İktisâd s.210-213; İbn Haldun, Mukaddime 2:1254.

   “İman ede­riz, fakat akıl bu yolda gi­de­mez” diye hük­met­miş­tir.

   Hem bütün üle­ma-i İslâm: “Haşir, bir mes’ele-i nak­li­ye­dir, de­li­li na­kil­dir. Akıl ile ona gi­dil­mez.” diye müt­te­fi­kan hük­met­tik­le­ri halde, el­bet­te o kadar derin ve manen pek yük­sek bir yol; bir­den­bi­re bir cad­de-i umu­mi­ye-i ak­li­ye hük­mü­ne ge­çe­mez. Kur’an-ı Hakîm’in fey­ziy­le ve Hâ­lık-ı Rahîm’in rah­me­tiy­le, şu tak­li­di kı­rıl­mış ve tes­li­mi bo­zul­muş asır­da, o derin ve yük­sek yolu şu de­re­ce ihsan et­ti­ğin­den bin şükür et­me­li­yiz. Çünki ima­nı­mı­zın kur­tul­ma­sı­na kâfi gelir. Feh­met­ti­ği­miz mik­ta­rı­na mem­nun olup tek­rar mü­ta­laa ile iz­di­ya­dı­na ça­lış­ma­lı­yız.

   Haşre akıl ile gi­dil­me­me­si­nin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın te­cel­li­siy­le ol­du­ğun­dan, Ce­nab-ı Hakk’ın İsm-i A’za­mı­nın ve her ismin a’zamî mer­te­be­sin­de­ki te­cel­li­siy­le zahir olan ef’al-i azî­me­yi gör­mek ve gös­ter­mek­le, haşr-i a’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tah­ki­kî iman edi­lir. Şu Onun­cu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle gö­rü­lü­yor ve gös­te­ri­li­yor. Yoksa akıl, dar ve küçük düs­tur­la­rıy­la kendi ba­şı­na kalsa âciz kalır, tak­li­de mec­bur olur.

Onuncu Söz’ün Mühim Bir Zeyli ve Lâhikasının Birinci Parçası

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ ٭ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ ٭ وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ

وَ مِنْ آيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

وَ مِنْ آيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ

وَ مِنْ آيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ

وَ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ

وَ هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 

"Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah'ı tesbih edip namaz kılın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız. Yine Onun âyetlerindendir ki, sizi topraktan yaratmıştır; sonra siz birer insan olarak yeryüzüne yayılırsınız. Yine Onun âyetlerindendir ki, size hemcinslerinizden kendilerine ısınacağınız eşler yaratmış, aranıza muhabbet ve merhamet vermiştir. Düşünen bir topluluk için elbette bunda Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine deliller vardır. Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve sîmâlarınızın farklılığı da yine Onun âyetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır. Gece ve gündüzde uyumanız ve Onun lûtfundan rızık aramanız da yine Onun âyetlerindendir. Kulak veren bir topluluk için bunda elbette deliller vardır. Yine Onun âyetlerindendir ki, size korku ve ümit vermek için şimşeği gösterir; gökten bir su indirir ve ölümünden sonra yeryüzünü onunla diriltir. Akıl sahibi bir topluluk için elbette bunda deliller vardır. Yine Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer Onun emriyle ayakta durur. Sonra O sizi bir emirle çağırdığında derhal kabirlerinizden çıkarsınız. Göklerde ve yerde kim varsa Onundur; hepsi de Ona boyun eğer. Halkı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur; bu ise Onun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; O herşeyi hikmetle yapar." Rum Sûresi, 30:17-27.

   İmanın bir kut­bu­nu gös­te­ren bu se­ma­vî âyât-ı küb­ra­nın ve haşri isbat eden şu kudsî be­ra­hin-i uz­mâ­nın bir nük­te-i ek­be­ri ve bir hüc­cet-i a’zamı; bu “Do­ku­zun­cu Şua“da beyan edi­lecek.

   Latif bir ina­yet-i Rab­ba­ni­ye­dir ki: Bun­dan otuz sene evvel Eski Said, yaz­dı­ğı tef­sir mu­kad­de­me­si “Mu­ha­ke­mat” na­mın­da­ki ese­rin âhi­rin­de; “İkinci Mak­sad: Kur’anda haşre işa­ret eden iki âyet tef­sir ve beyan edi­lecek. نَخُو بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
“Öyle ise: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
  deyip dur­muş. Daha ya­za­ma­mış. Hâ­lık-ı Rahîm’ime de­la­il ve ema­rat-ı haş­ri­ye ade­din­ce şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tev­fik ihsan ey­le­di. Evet bun­dan do­kuz-on sene evvel, o iki âyet­ten bi­rin­ci âyet olan:

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
"Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir." Rum Sûresi, 30:50.

   fer­man-ı İlahî’nin iki par­lak ve çok kuv­vet­li hüc­cet­le­ri ve tef­sir­le­ri bu­lu­nan Onun­cu Söz ile Yir­mi­do­ku­zun­cu Söz’ü in’am etti. Mün­kir­le­ri sus­tur­du.

   Hem iman-ı haş­rî­nin hücum edil­mez o iki metin kal’asın­dan dokuz ve on sene sonra ikin­ci âyet olan başta mez­kûr âyât-ı ek­be­rin tef­si­ri­ni bu ri­sa­le ile ikram etti.

   İşte bu Do­ku­zun­cu Şua; mez­kûr âyâ­tıy­la işa­ret edi­len dokuz âlî makam ve bir ehem­mi­yet­li mu­kad­di­me­den iba­ret­tir.

***

Mukaddime

   (Haşir aki­de­si­nin, pek çok ruhî fa­ide­le­rin­den ve ha­ya­tî ne­ti­ce­le­rin­den bir­tek ne­ti­ce-i câ­mi­ayı ih­ti­sar ile beyan
   ve ha­yat-ı in­sa­ni­ye­ye hu­su­san ha­yat-ı iç­ti­ma­iye­si­ne ne de­re­ce lü­zum­lu ve za­ru­rî ol­du­ğu­nu izhar
   ve bu iman-ı haşrî aki­de­si­nin pek çok hüc­cet­le­rin­den bir tek hüc­cet-i kül­li­ye­yi icmal ile gös­ter­mek
   ve o aki­de-i haş­ri­ye ne de­re­ce be­di­hî ve şüb­he­siz bu­lun­du­ğu­nu ifade et­mek­ten iba­ret ola­rak “İki Nokta“dır.)

Birinci Nokta

   Âhi­ret aki­de­si; ha­yat-ı iç­ti­ma­iye ve şah­si­ye-i in­sa­ni­ye­nin üss-ül esası ve sa­ade­ti­nin ve ke­ma­lâ­tı­nın esa­sa­tı ol­du­ğu­na, yüzer de­lil­le­rin­den bir mik­yas ola­rak yal­nız dört ta­ne­si­ne işa­ret ede­ce­ğiz:

   Bi­rin­ci­si: Nev’-i be­şe­rin hemen ya­rı­sı­nı teş­kil eden ço­cuk­lar, yal­nız Cen­net fik­riy­le, on­la­ra deh­şet­li ve ağ­la­tı­cı gö­rü­nen ölüm­le­re ve ve­fat­la­ra karşı da­ya­na­bi­lir­ler ve gayet zaîf ve nazik vü­cud­la­rın­da bir kuv­ve-i ma­ne­vi­ye bu­la­bi­lir­ler ve her şey­den çabuk ağ­la­yan gayet mu­ka­ve­met­siz mi­zac-ı ruh­la­rın­da, o Cen­net ile bir ümid bulup mes­ru­ra­ne ya­şa­ya­bi­lir­ler.

   Me­se­lâ Cen­net fik­riy­le der: “Benim küçük kar­de­şim veya ar­ka­da­şım öldü, Cen­net’in bir kuşu oldu. Cen­net’te gezer, biz­den daha güzel yaşar.”

   Yoksa her vakit et­ra­fın­da kendi gibi ço­cuk­la­rın ve bü­yük­le­rin ölüm­le­ri, o zaîf bî­ça­re­le­rin en­di­şe­li na­zar­la­rı­na çarp­ma­sı; mu­ka­ve­met­le­ri­ni ve kuv­ve-i ma­ne­vi­ye­le­ri­ni zîr ü zeber ede­rek göz­le­riy­le be­ra­ber ruh, kalb, akıl gibi bütün le­ta­ifi­ni dahi öyle ağ­lat­tı­ra­cak, ya mah­vo­lup veya di­va­ne bir bed­baht hay­van ola­cak­tı.

   İkinci delil: Nev’-i in­sa­nın -bir ci­het­te- nısfı olan ih­ti­yar­lar, yal­nız ha­yat-ı uh­re­vi­ye ile ya­kın­la­rın­da bu­lu­nan kabre karşı ta­ham­mül ede­bi­lir­ler. Ve çok alâ­ka­dar ol­duk­la­rı ha­yat­la­rı­nın ya­kın­da sön­me­si­ne ve güzel dün­ya­la­rı­nın ka­pan­ma­sı­na mu­ka­bil bir te­sel­li bu­la­bi­lir­ler ve çocuk hük­mü­ne geçen se­ri-üt te­es­sür ruh­la­rın­da ve mi­zaç­la­rın­da, mevt ve ze­val­den çıkan elîm ve deh­şet­li me’yu­si­ye­te karşı, ancak ha­yat-ı bâ­ki­ye ümi­diy­le mu­ka­be­le ede­bi­lir­ler.

   Yoksa o şef­ka­te lâyık muh­te­rem­ler ve sü­kû­ne­te ve is­ti­ra­hat-i kal­bi­ye­ye çok muh­taç o en­di­şe­li ba­ba­lar ve ana­lar, öyle bir va­vey­lâ-i ruhî ve bir dağ­da­ğa-i kalbî his­se­de­cek­ler­di ki; bu dünya on­la­ra zul­met­li bir zin­dan ve hayat dahi ka­sa­vet­li bir azab olur­du.

   Üçün­cü delil: İnsan­la­rın ha­yat-ı iç­ti­ma­iye­si­nin me­da­rı olan genç­ler, de­li­kan­lı­lar, şid­det-i ga­le­yan­da olan his­si­yat­la­rı­nı ve if­rat­kâr bu­lu­nan nefis ve he­va­la­rı­nı te­ca­vü­zat­tan ve zu­lüm­ler­den ve tah­ri­bat­tan dur­du­ran ve ha­yat-ı iç­ti­ma­iye­nin hüsn-ü ce­re­ya­nı­nı temin eden; yal­nız Ce­hen­nem fik­ri­dir.

   Yoksa Ce­hen­nem en­di­şe­si ol­maz­sa “El-hük­mü lil-ga­lib” ka­ide­siy­le o sar­hoş de­li­kan­lı­lar, he­ve­sat­la­rı pe­şin­de bî­ça­re za­îf­le­re, âciz­le­re, dün­ya­yı Ce­hen­ne­me çe­vi­re­cek­ler­di ve yük­sek in­sa­ni­ye­ti gayet süflî bir hay­va­ni­ye­te dön­dü­re­cek­ler­di.

   Dör­dün­cü delil: Nev’-i be­şe­rin ha­yat-ı dün­ye­vi­ye­sin­de en cem’iyet­li mer­kez ve en esas­lı zen­be­rek ve dün­ye­vî sa­adet için bir Cen­net, bir melce, bir ta­has­sün­gâh ise; aile ha­ya­tı­dır. Ve her­ke­sin ha­ne­si, küçük bir dün­ya­sı­dır. Ve o hane ve aile ha­ya­tı­nın ha­ya­tı ve sa­ade­ti ise; sa­mi­mî ve ciddî ve ve­fa­da­ra­ne hür­met ve ha­ki­kî ve şef­kat­li ve fe­da­kâ­ra­ne mer­ha­met ile ola­bi­lir ve bu ha­ki­kî hür­met ve sa­mi­mî mer­ha­met ise; ebedî bir ar­ka­daş­lık ve daimî bir re­fa­kat ve ser­me­dî bir be­ra­ber­lik ve had­siz bir za­man­da ve hu­dud­suz bir ha­yat­ta bir­bi­riy­le pe­de­ra­ne, fer­zen­da­ne, kar­de­şa­ne, ar­ka­da­şa­ne mü­na­se­bet­le­rin bu­lun­mak fik­riy­le, aki­de­siy­le ola­bi­lir.

   Me­se­lâ der: “Bu ha­re­mim, ebedî bir âlem­de, ebedî bir ha­yat­ta, daimî bir re­fi­ka-i ha­ya­tım­dır. Şim­di­lik ih­ti­yar ve çir­kin olmuş ise de za­ra­rı yok. Çünki ebedî bir gü­zel­li­ği var, ge­lecek. Ve böyle daimî ar­ka­daş­lı­ğın ha­tı­rı için her­bir fe­da­kâr­lı­ğı ve mer­ha­me­ti ya­pa­rım.” di­ye­rek o ih­ti­ya­re ka­rı­sı­na, güzel bir huri gibi mu­hab­bet­le, şef­kat­le, mer­ha­met­le mu­ka­be­le ede­bi­lir.

   Yoksa kı­sa­cık bir-iki saat surî bir re­fa­kat­ten sonra ebedî bir firak ve mü­fa­ra­ka­te uğ­ra­yan ar­ka­daş­lık; el­bet­te gayet surî ve mu­vak­kat ve esas­sız, hay­van gibi bir rik­kat-i cin­si­ye ma­na­sın­da ve bir me­ca­zî mer­ha­met ve sun’î bir hür­met ve­re­bi­lir. Ve hay­va­nat­ta ol­du­ğu gibi; başka men­fa­at­ler ve sair galib his­ler, o hür­met ve mer­ha­me­ti mağ­lub edip o dünya cen­ne­ti­ni, ce­hen­ne­me çe­vi­rir.

   İşte iman-ı haş­rî­nin yüzer ne­ti­ce­sin­den bi­ri­si; ha­yat-ı iç­ti­ma­iye-i in­sa­ni­ye­ye ta­al­luk eder. Ve bu tek ne­ti­ce­nin de yüzer ci­he­tin­den ve fay­da­la­rın­dan mez­kûr dört de­li­le sa­ir­le­ri kıyas edil­se an­la­şı­lır ki: Ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­nin ta­hak­ku­ku ve vukuu; in­sa­ni­ye­tin ulvî ha­ki­ka­tı ve küllî ha­ce­ti de­re­ce­sin­de kat’îdir.

   Belki in­sa­nın mi­de­sin­de­ki ih­ti­ya­cın vü­cu­du, ta­am­la­rın vü­cu­du­na de­la­let ve şe­ha­de­tin­den daha za­hir­dir ve daha zi­ya­de ta­hak­ku­ku­nu bil­di­rir.

   Ve eğer bu ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­nin ne­ti­ce­le­ri in­sa­ni­yet­ten çıksa; o çok ehem­mi­yet­li ve yük­sek ve ha­yat­tar olan in­sa­ni­yet ma­hi­ye­ti, mur­dar ve mik­rop yu­va­sı bir lâşe hük­mü­ne sukut ede­ce­ği­ni isbat eder.

   Be­şe­rin idare ve ahlâk ve iç­ti­ma­iya­tı ile çok alâ­ka­dar olan iç­ti­ma­iyun ve si­ya­si­yun ve ah­lâ­kiy­yu­nun ku­lak­la­rı çın­la­sın! Gel­sin­ler, bu boş­lu­ğu ne ile dol­du­ra­bi­lir­ler ve bu derin ya­ra­la­rı ne ile te­da­vi ede­bi­lir­ler?

İkinci Nokta

   Ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­nin had­siz bür­han­la­rın­dan sair er­kân-ı ima­ni­ye­den gelen şe­ha­det­le­rin hü­lâ­sa­sın­dan çıkan bir bür­ha­nı, gayet muh­ta­sar bir su­ret­te beyan eder. Şöyle ki:

   Haz­ret-i Mu­ham­med Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm’ın ri­sa­le­ti­ne de­la­let eden bütün mu’ci­ze­le­ri ve bütün de­la­il-i nü­büv­ve­ti ve hak­ka­ni­ye­ti­nin bütün bür­han­la­rı, bir­den ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­nin ta­hak­ku­ku­na şe­ha­det ede­rek isbat eder­ler. Çünki bu zâtın bütün ha­ya­tın­da bütün da­va­la­rı, vah­da­ni­yet­ten sonra ha­şir­de te­mer­küz edi­yor.

   Hem umum pey­gam­ber­le­ri tas­dik eden ve et­ti­ren bütün mu’ci­ze­le­ri ve hüc­cet­le­ri, aynı ha­ki­ka­te şe­ha­det eder.

   Hem وَ بِرُسُلِهِ
“Resullerine imân etmek.”
ke­li­me­sin­den gelen şe­ha­de­ti be­da­het de­re­ce­si­ne çı­ka­ran, وَبِكُتُبِهِ
“Kitaplarına imân etmek.”
şe­ha­de­ti de aynı ha­ki­ka­te şe­ha­det eder. Şöyle ki:

   Başta Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hak­ka­ni­ye­ti­ni isbat eden bütün mu’ci­ze­le­ri, hüc­cet­le­ri ve ha­ki­kat­la­rı, bir­den ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­nin ta­hak­ku­ku­na ve vu­ku­una şe­ha­det edip isbat eder­ler. Çünki Kur’anın hemen üçten bi­ri­si ha­şir­dir ve ekser kısa su­re­le­ri­nin baş­la­rın­da gayet kuv­vet­li âyât-ı haş­ri­ye­dir. Sa­rî­han ve işa­re­ten bin­ler âyâ­tıy­la aynı ha­ki­ka­tı haber verir, isbat eder, gös­te­rir. Me­se­lâ:

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
"Güneş dürülüp toplandığında…" Tekvir Sûresi, 81:1.
يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ
"Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Kıyâmet gününün zelzelesi, muhakkak ki pek büyük birşeydir." Hac Sûresi, 22:1.
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا
"Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır." Zilzâl Sûresi, 99:1.
اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ
"Gök yarıldığı zaman." İnfitar Sûresi, 82:1.
اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ
"Gök yarıldığında." İnşikak Sûresi, 84:1.
عَمَّ يَتَسَۤاءَلُونَ
"Onlar birbirlerine neyi sorup duruyorlar?" Nebe' Sûresi, 78:1.
هَلْ أَتٰيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ
"Dehşeti herşeyi kaplayan kıyâmetin haberi sana geldi mi?" Gàşiye Sûresi, 88:1.

   gibi, otuz-kırk su­re­le­rin baş­la­rın­da bütün kat’iy­yet­le ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­yi kâ­ina­tın en ehem­mi­yet­li ve vâcib bir ha­ki­ka­tı ol­du­ğu­nu gös­ter­mek­le be­ra­ber, sair âyet­ler dahi o ha­ki­ka­tın çeşit çeşit de­lil­le­ri­ni beyan edip ikna eder.

   Acaba bir­tek âye­tin bir­tek işa­re­ti, gö­zü­müz önün­de ulûm-u İslâ­mi­ye­de mü­te­ad­did ilmî, kevnî ha­ki­kat­la­rı meyve veren bir ki­ta­bın böyle şe­ha­det­le­riy­le ve da­va­la­rı ile, Güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî; ha­ki­kat­sız ol­ma­sı Gü­ne­şin in­kâ­rı belki kâ­ina­tın ademi gibi hiç­bir ci­het-i im­kâ­nı var mı ve yüz de­re­ce muhal ve bâtıl olmaz mı?

   Acaba bir sul­ta­nın bir­tek işa­re­ti yalan ol­ma­mak için bazan bir ordu ha­re­ket edip çar­pış­tı­ğı halde, o pek ciddî ve iz­zet­li sul­ta­nın bin­ler söz­le­ri ve va’dleri ve teh­did­le­ri­ni yalan çı­kar­mak hiç­bir ci­het­te kabil midir ve ha­ki­kat­sız olmak müm­kün müdür?

   Acaba onüç asır­da fâ­sı­la­sız ola­rak had­siz ruh­la­ra, akıl­la­ra, kalb­le­re, ne­fis­le­re hak ve ha­ki­kat da­ire­sin­de hük­me­den, ter­bi­ye eden, idare eden bu ma­ne­vî Sul­tan-ı Zîşan’ın bir­tek işa­re­ti böyle bir ha­ki­ka­tı isbat et­me­ye kâfi iken, bin­ler tas­ri­hat ile bu ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­yi gös­te­rip isbat et­tik­ten sonra, o ha­ki­ka­tı ta­nı­ma­yan bir echel ahmak için Ce­hen­nem azabı lâzım gel­mez mi ve ayn-ı ada­let olmaz mı?

   Hem birer za­ma­na ve birer devre hük­me­den bütün se­ma­vî su­huf­la­rı ve mu­kad­des ki­tab­la­rı dahi, bütün is­tik­ba­le ve umum za­man­la­ra hü­küm­ran olan Kur’anın taf­si­lat­la, iza­hat­la, tek­rar ile beyan ve isbat et­ti­ği ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­yi, asır­la­rı­na ve za­man­la­rı­na göre o ha­ki­ka­tı kat’î kabul ile be­ra­ber, taf­si­lat­sız ve per­de­li ve muh­ta­sar bir su­ret­te beyan, fakat kuv­vet­li bir tarz­da iddia ve is­bat­la­rı; Kur’anın da­va­sı­nı bin­ler imza ile tas­dik eder­ler.

   Bu bah­sin mü­na­se­be­tiy­le Ri­sa­le-i Mü­na­cat’ın âhi­rin­de, iman-un bil­yevm-il âhir rük­nü­ne, sair rü­kün­le­rin hu­su­san “Rusül” ve “Kütüb” ün şe­ha­de­ti­ni, mü­na­cat su­re­tin­de zik­re­di­len pek kuv­vet­li ve hü­lâ­sa­lı ve bütün ev­ham­la­rı izale eden bir hüc­cet-i haş­ri­ye aynen bu­ra­ya gi­ri­yor. Şöyle ki: Mü­na­cat’ta demiş:

   Ey Rabb-i Rahîm’im! Re­sul-i Ekrem’inin ta­li­miy­le ve Kur’an-ı Hakîm’in der­siy­le an­la­dım ki: Başta Kur’an ve Re­sul-i Ekrem’in ola­rak bütün mu­kad­des ki­tab­lar ve pey­gam­ber­ler, bu dün­ya­da ve her ta­raf­ta nü­mu­ne­le­ri gö­rü­len ce­lal­li ve ce­mal­li isim­le­ri­nin te­cel­li­le­ri daha par­lak bir su­ret­te ebed-ül âbâd­da devam ede­ce­ği­ne ve bu fâni âlem­de ra­hî­ma­ne cil­ve­le­ri, nü­mu­ne­le­ri mü­şa­he­de edi­len ih­sa­na­tı­nın daha şa­şa­alı bir tarz­da dâr-ı sa­adet­te is­tim­ra­rı­na ve be­ka­sı­na ve bu kısa ha­yat-ı dün­ye­vi­ye­de on­la­rı zevk ile gören ve mu­hab­bet ile re­fa­kat eden müş­tak­la­rın, ebed­de dahi re­fa­kat­la­rı­na ve be­ra­ber bu­lun­ma­la­rı­na icma’ ve it­ti­fak ile şe­ha­det ve de­la­let ve işa­ret eder­ler.

   Hem yüzer mu’ci­zat-ı ba­hi­re­le­ri­ne ve âyât-ı ka­tı­ala­rı­na is­ti­na­den, başta Re­sul-i Ekrem ve Kur’an-ı Hakîm’in ola­rak bütün nu­ra­nî ruh­la­rın sa­hib­le­ri olan pey­gam­ber­ler ve bütün mü­nev­ver kalb­le­rin ku­tub­la­rı olan ve­li­ler ve bütün kes­kin ve nurlu akıl­la­rın ma­den­le­ri olan sıd­dı­kîn­ler;

   bütün su­huf-u se­ma­vi­ye­de ve kü­tüb-ü mu­kad­de­se­de senin çok tek­rar ile et­ti­ğin bin­ler va’dle­ri­ne ve teh­did­le­ri­ne is­ti­na­den,

   hem senin kud­ret ve rah­met ve ina­yet ve hik­met ve celal ve cemal gibi âhi­re­ti ik­ti­za eden kudsî sı­fat­la­rı­na, şe’nle­ri­ne ve senin iz­zet-i ce­la­li­ne ve sal­ta­nat-ı ru­bu­bi­ye­ti­ne iti­ma­den,

   hem âhi­re­tin iz­le­ri­ni ve te­reş­şu­ha­tı­nı bil­di­ren had­siz keş­fi­yat­la­rı­na ve mü­şa­he­de­le­ri­ne ve il­mel­ya­kîn ve ay­nel­ya­kîn de­re­ce­sin­de bu­lu­nan iti­kad­la­rı­na ve iman­la­rı­na bi­na­en sa­adet-i ebe­di­ye­yi in­san­la­ra müj­de­li­yor­lar. Ehl-i da­la­let için Ce­hen­nem ve ehl-i hi­da­yet için Cen­net bu­lun­du­ğu­nu haber verip ilân edi­yor­lar. Kuv­vet­li iman edip şe­ha­det edi­yor­lar.

   Ey Ka­dîr-i Hakîm! Ey Rah­man-ı Rahîm! Ey Sa­dık-ul Va’d-il Kerim! Ey izzet ve aza­met ve celal sa­hi­bi Kah­har-ı Zül­ce­lal!..

   Bu kadar sadık dost­la­rı­nı, bu kadar va’dle­ri­ni ve bu kadar sıfât ve şu­una­tı­nı ya­lan­cı çı­kar­mak, tek­zib etmek

   ve sal­ta­nat-ı ru­bu­bi­ye­ti­nin kat’î muk­te­zi­ya­tı­nı tek­zib edip yap­ma­mak

   ve senin sev­di­ğin ve onlar dahi seni tas­dik ve itaat et­mek­le ken­di­le­ri­ni sana sev­di­ren had­siz mak­bul iba­dı­nın âhi­re­te bakan had­siz du­ala­rı­nı ve da­va­la­rı­nı red­det­mek, din­le­me­mek

   ve küfür ve isyan ile ve seni va’dinde tek­zib et­mek­le, senin aza­met-i kib­ri­ya­na do­ku­nan ve iz­zet-i ce­la­li­ne do­kun­du­ran ve ulu­hi­ye­ti­nin hay­si­ye­ti­ne ili­şen ve şef­kat-i ru­bu­bi­ye­ti­ni mü­te­es­sir eden ehl-i da­la­le­ti ve ehl-i küfrü haş­rin in­kâ­rın­da, on­la­rı tas­dik et­mek­ten yüz­bin­ler de­re­ce mu­kad­des­sin ve had­siz de­re­ce mü­nez­zeh ve âlî­sin. Böyle ni­ha­yet­siz bir zu­lüm­den ve ni­ha­yet­siz bir çir­kin­lik­ten, senin o ni­ha­yet­siz ada­le­ti­ni ve ni­ha­yet­siz ce­ma­li­ni ve had­siz rah­me­ti­ni, had­siz de­re­ce tak­dis edi­yo­ruz.

   Ve bütün kuv­ve­ti­miz­le iman ede­riz ki: O yüz­bin­ler sadık el­çi­le­rin ve o had­siz doğru del­lâl-ı sal­ta­na­tın olan en­bi­ya, as­fi­ya, ev­li­ya­lar, hak­kal­ya­kîn, ay­nel­ya­kîn, il­mel­ya­kîn su­re­tin­de senin uh­re­vî rah­met ha­zi­ne­le­ri­ne, âlem-i be­ka­da­ki ih­sa­na­tı­nın de­fi­ne­le­ri­ne ve dâr-ı sa­adet­te ta­ma­mıy­la zuhur eden güzel isim­le­ri­nin hâ­ri­ka güzel cil­ve­le­ri­ne şe­ha­det­le­ri hak ve ha­ki­kat­tır ve işa­ret­le­ri doğru ve mu­ta­bık­tır ve be­şa­ret­le­ri sadık ve vaki’dir. Ve onlar bütün ha­ki­kat­la­rın mer­cii ve gü­ne­şi ve ha­mi­si olan “Hak” is­mi­nin en büyük bir şuaı; bu ha­ki­kat-ı ek­ber-i haş­ri­ye ol­du­ğu­nu iman ede­rek, senin emrin ile senin iba­dı­na hak da­ire­sin­de ders ve­ri­yor­lar ve ayn-ı ha­ki­kat ola­rak talim edi­yor­lar.

   Ya Rab! Bun­la­rın ders ve ta­lim­le­ri­nin hakkı ve hür­me­ti için, bize ve Ri­sa­le-i Nur ta­le­be­le­ri­ne iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâ­ti­me ver. Ve biz­le­ri on­la­rın şe­fa­at­le­ri­ne maz­har eyle, âmîn…

   Hem na­sıl­ki Kur’anın, belki bütün se­ma­vî ki­tab­la­rın hak­ka­ni­ye­ti­ni isbat eden umum de­lil­ler ve hüc­cet­ler ve Ha­bi­bul­lah’ın belki bütün en­bi­ya­nın nü­büv­vet­le­ri­ni isbat eden umum mu’ci­ze­ler ve bür­han­lar, do­la­yı­sıy­la en büyük müd­de­ala­rı olan âhi­re­tin ta­hak­ku­ku­na de­la­let eder­ler.

   Aynen öyle de, Vâ­cib-ül Vücud’un vü­cu­du­na ve vah­de­ti­ne şe­ha­det eden ekser de­lil­ler ve hüc­cet­ler, do­la­yı­sıy­la ru­bu­bi­ye­tin ve ulu­hi­ye­tin en büyük me­da­rı ve maz­ha­rı olan dâr-ı sa­ade­tin ve âlem-i be­ka­nın vü­cu­du­na, açıl­ma­sı­na şe­ha­det eder­ler. Çünki ge­lecek ma­ka­mat­ta beyan ve isbat edi­le­ce­ği gibi; Zât-ı Vâ­cib-ül Vücud’un hem mev­cu­di­ye­ti, hem umum sı­fat­la­rı, hem ekser isim­le­ri, hem ru­bu­bi­yet, ulu­hi­yet, rah­met, ina­yet, hik­met, ada­let gibi va­sıf­la­rı, şe’nleri lüzum de­re­ce­sin­de âhi­re­ti ik­ti­za ve vücub de­re­ce­sin­de bâki bir âlemi is­til­zam ve za­ru­ret de­re­ce­sin­de mü­kâ­fat ve mü­ca­zat için haşri ve neşri is­ter­ler.

» Evet madem ezelî, ebedî bir Allah var; el­bet­te sal­ta­nat-ı ulu­hi­ye­ti­nin ser­me­dî bir me­da­rı olan âhi­ret var­dır.

» Ve madem bu kâ­inat­ta ve zî­ha­yat­ta gayet haş­met­li ve hik­met­li ve şef­kat­li bir ru­bu­bi­yet-i mut­la­ka var ve gö­rü­nü­yor. El­bet­te o ru­bu­bi­ye­tin haş­me­ti­ni su­kut­tan ve hik­me­ti­ni abe­si­yet­ten ve şef­ka­ti­ni ga­dir­den kur­ta­ran ebedî bir dâr-ı sa­adet bu­lu­na­cak ve gi­ri­lecek.

» Hem madem göz ile gö­rü­nen bu had­siz in’amlar, ih­san­lar, lü­tuf­lar, ke­rem­ler, ina­yet­ler, rah­met­ler; per­de-i gayb ar­ka­sın­da bir Zât-ı Rah­man-ı Rahîm’in bu­lun­du­ğu­nu sön­me­miş akıl­la­ra, öl­me­miş kalb­le­re gös­te­rir. El­bet­te in’amı is­tih­za­dan ve ih­sa­nı al­dat­mak­tan ve ina­ye­ti ada­vet­ten ve rah­me­ti azab­dan ve lütuf ve ke­re­mi iha­net­ten halâs eden ve ih­sa­nı ihsan eden ve ni­me­ti nimet eden bir âlem-i bâ­ki­de bir ha­yat-ı bâ­ki­ye var ve ola­cak­tır.

» Hem madem bahar fas­lın­da ze­mi­nin dar sa­hi­fe­sin­de ha­ta­sız yüz­bin ki­ta­bı bir­bi­ri için­de yazan bir ka­lem-i kud­ret gö­zü­müz önün­de yo­rul­ma­dan iş­li­yor. Ve o kalem sa­hi­bi yüz­bin defa ahd u va’det­miş ki: “Bu dar yerde ve ka­rı­şık ve bir­bi­ri için­de ya­zı­lan bahar ki­ta­bın­dan daha kolay ola­rak geniş bir yerde güzel ve lâ­ye­mut bir ki­ta­bı ya­za­ca­ğım ve size okut­tu­ra­ca­ğım” diye, bütün fer­man­lar­da o ki­tab­dan bah­se­di­yor. El­bet­te ve her­hal­de o ki­ta­bın aslı ya­zıl­mış ve haşir ve neşir ile ha­şi­ye­le­ri de ya­zı­la­cak. Ve umu­mun def­ter-i a’mal­le­ri onda kay­de­di­lecek.

» Hem madem bu Arz, kes­ret-i mah­lu­kat ci­he­tiy­le ve mü­te­ma­di­yen de­ği­şen yüz­bin­ler çeşit çeşit enva’-ı ze­vil-ha­yat ve ze­vil-er­va­hın mes­ke­ni, men­şei, fab­ri­ka­sı, meş­he­ri, mah­şe­ri ol­ma­sı hay­si­ye­tiy­le bu kâ­ina­tın kalbi, mer­ke­zi, hü­lâ­sa­sı, ne­ti­ce­si, se­beb-i hil­ka­tı ola­rak gayet büyük öyle bir ehem­mi­ye­ti var ki; kü­çük­lü­ğüy­le be­ra­ber koca se­ma­va­ta karşı denk tu­tul­muş. Se­ma­vî fer­man­lar­da daima

رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ  deniliyor.

"Göklerin ve yerin Rabbi." Râd Sûresi, 13:16

» Ve madem bu ma­hi­yet­te­ki Arzın her ta­ra­fı­na hük­me­den

○ ve ekser mah­lu­ka­tı­na ta­sar­ruf eden

○ ve ekser zî­ha­yat mev­cu­da­tı­nı tes­hir edip kendi et­ra­fı­na top­lat­tı­ran

○ ve ekser mas­nu­atı­nı kendi he­ve­sa­tı­nın hen­de­se­siy­le ve ih­ti­ya­ca­tı­nın düs­tur­la­rıy­la öyle gü­zel­ce tan­zim ve teş­hir ve tez­yin ve çok an­ti­ka ne­vi­le­ri­ni liste gibi birer yer­ler­de öyle top­la­yıp süs­let­ti­rir ki; değil yal­nız ins ve cin na­zar­la­rı­nı, belki se­ma­vat eh­li­nin ve kâ­ina­tın na­zar-ı dik­kat­le­ri­ni ve tak­dir­le­ri­ni ve kâ­inat sa­hi­bi­nin na­zar-ı is­tih­sa­nı­nı cel­bet­mek­le gayet büyük bir ehem­mi­yet ve kıy­met alan

○ ve bu hay­si­yet­le bu kâ­ina­tın hik­met-i hil­ka­tı ve büyük ne­ti­ce­si ve kıy­met­li mey­ve­si ve Arzın ha­li­fe­si ol­du­ğu­nu; fen­le­riy­le, san’at­la­rıy­la gös­te­ren..

○ ve dünya ci­he­tin­de Sâni’-i Âlem’in mu’ci­ze­li san’at­la­rı­nı gayet gü­zel­ce teş­hir ve tan­zim et­ti­ği için, isyan ve küf­rüy­le be­ra­ber dün­ya­da bı­ra­kı­lan ve azabı te’hir edi­len ve bu hiz­me­ti için imhal edi­lip mu­vaf­fa­kı­yet gören nev’-i be­nî-Âdem var.

» Ve madem bu ma­hi­yet­te­ki nev’-i be­nî-Âdem, mizaç ve hil­kat iti­ba­riy­le gayet zaîf ve âciz ve gayet acz ve fak­rıy­la be­ra­ber had­siz ih­ti­ya­ca­tı ve te­el­lü­ma­tı ol­du­ğu halde, bütün bütün kuv­ve­ti­nin ve ih­ti­ya­rı­nın fev­kin­de ola­rak koca Kü­re-i Arzı, o nev’-i in­sa­na lü­zu­mu bu­lu­nan her nevi ma­den­le­re mah­zen ve her nevi ta­am­la­ra anbar ve nev’-i in­sa­nın ho­şu­na gi­decek her çeşit mal­la­ra bir dük­kân su­re­ti­ne ge­ti­ren, gayet kuv­vet­li ve hik­met­li ve şef­kat­li bir mu­ta­sar­rıf var ki, böyle nev’-i in­sa­na ba­kı­yor, bes­li­yor, is­te­di­ği­ni ve­ri­yor.

» Ve madem bu ha­ki­kat­te­ki bir Rab; hem in­sa­nı sever, hem ken­di­ni in­sa­na sev­di­rir, hem bâ­ki­dir, hem bâki âlem­le­ri var, hem ada­let­le her işi görür ve hik­met­le her­şe­yi ya­pı­yor.

Hem bu kısa ha­yat-ı dün­ye­vi­ye­de ve bu kı­sa­cık ömr-ü be­şer­de ve bu mu­vak­kat ve fâni ze­min­de o Hâ­kim-i Ezelî’nin haş­met-i sal­ta­na­tı ve ser­me­di­yet-i hâ­ki­mi­ye­ti yer­le­şe­mi­yor.

Ve nev’-i in­san­da vuku bulan ve kâ­ina­tın in­ti­za­mı­na ve ada­let ve mü­va­ze­ne­le­ri­ne ve hüsn-ü ce­ma­li­ne mü­na­fî ve mu­ha­lif çok büyük zu­lüm­le­ri ve is­yan­la­rı ve ve­li­ni­me­ti­ne ve onu şef­kat­le bes­le­ye­ne karşı iha­net­le­ri, in­kâr­la­rı, kü­für­le­ri bu dün­ya­da ce­za­sız kalıp, gad­dar zalim, rahat ile ha­ya­tı­nı ve bî­ça­re maz­lum me­şak­kat­ler için­de ömür­le­ri­ni ge­çi­rir­ler.

Ve umum kâ­inat­ta eser­le­ri gö­rü­nen şu ada­let-i mut­la­ka­nın ma­hi­ye­ti ise; di­ril­me­mek su­re­tiy­le o gad­dar za­lim­le­rin ve me’yus maz­lum­la­rın vefat için­de­ki mü­sa­vat­la­rı­na bütün bütün zıd­dır, kal­dır­maz, mü­sa­ade etmez!

» Ve madem na­sıl­ki kâ­ina­tın sa­hi­bi, kâ­inat­tan ze­mi­ni ve ze­min­den nev’-i in­sa­nı in­ti­hab edip gayet büyük bir makam, bir ehem­mi­yet ver­miş. Öyle de, nev’-i in­san­dan dahi ma­ka­sıd-ı ru­bu­bi­ye­ti­ne te­va­fuk eden ve ken­di­le­ri­ni iman ve tes­lim ile ona sev­di­ren ha­ki­kî in­san­lar olan en­bi­ya ve ev­li­ya ve as­fi­ya­yı in­ti­hab edip ken­di­ne dost ve mu­ha­tab ede­rek, on­la­rı mu’ci­ze­ler ve tev­fik­ler ile ikram ve düş­man­la­rı­nı se­ma­vî to­kat­lar ile tazib edi­yor.

Ve bu kıy­met­li, se­vim­li dost­la­rın­dan dahi, on­la­rın imamı ve mef­ha­ri olan Mu­ham­med Aley­his­sa­lâ­tü Ves­se­lâm’ı in­ti­hab ede­rek, ehem­mi­yet­li Kü­re-i Arzın ya­rı­sı­nı ve ehem­mi­yet­li nev’-i in­sa­nın beş­ten bi­ri­si­ni uzun asır­lar­da onun nu­ruy­la ten­vir edi­yor. Âdeta bu kâ­inat onun için ya­ra­tıl­mış gibi; bütün ga­ye­le­ri onun ile ve onun dini ile ve Kur’anı ile te­za­hür edi­yor. Ve o pek çok kıy­met­dar ve mil­yon­lar sene ya­şa­ya­cak kadar had­siz hiz­met­le­ri­nin üc­ret­le­ri­ni had­siz bir za­man­da al­ma­ya müs­te­hak ve lâyık iken, gayet me­şak­kat­ler ve mü­ca­he­de­ler için­de alt­mı­şüç sene gibi kı­sa­cık bir ömür ve­ril­miş. Acaba hiç­bir ci­het­le hiç­bir im­kâ­nı, hiç­bir ih­ti­ma­li, hiç­bir ka­bi­li­ye­ti var mı ki; o zât, bütün em­sa­li ve dost­la­rıy­la be­ra­ber di­ril­me­sin ve şimdi de ruhen diri ve hayy ol­ma­sın? İ’dam-ı ebedî ile mah­vol­sun­lar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!..

Evet bütün kâ­inat ve ha­ki­kat-ı âlem, di­ril­me­si­ni dava eder ve ha­ya­tı­nı Sa­hib-i Kâ­inat’tan taleb edi­yor.

» Ve madem Ye­din­ci Şua olan “Âyet-ül Kübra”da her­bi­ri bir dağ kuv­ve­tin­de otu­züç aded ic­ma-ı azîm isbat et­miş­ler ki: Bu kâ­inat bir elden çık­mış ve bir­tek zâtın mül­kü­dür. Ve ke­ma­lât-ı İla­hi­ye­nin me­da­rı olan vah­de­ti­ni ve eha­di­ye­ti­ni be­da­het­le gös­ter­miş­ler ve vah­det ve eha­di­yet ile bütün kâ­inat, o Zât-ı Vâhid’in emir­ber ne­fer­le­ri ve mü­sah­har me­mur­la­rı hük­mü­ne ge­çi­yor ve âhi­re­tin gel­me­siy­le, ke­ma­lâ­tı su­kut­tan ve ada­let-i mut­la­ka­sı müs­teh­zi­ya­ne gadr-ı mut­lak­tan ve hik­met-i âm­me­si se­fa­het­kâ­ra­ne abe­si­yet­ten ve rah­met-i va­si­ası lâ­hi­ya­ne ta­zib­den ve iz­zet-i kud­re­ti ze­li­la­ne aciz­den kur­tu­lur­lar, ta­kad­düs eder­ler.

» El­bet­te ve el­bet­te ve her­hal­de iman-ı bil­la­hın yüzer nük­te­sin­den bu sekiz ma­dem­ler­de­ki ha­ki­kat­la­rın muk­te­za­sıy­la; kı­ya­met ko­pa­cak, haşir ve neşir ola­cak, dâr-ı mü­ca­zat ve mü­kâ­fat açı­la­cak.

•  Tâ ki Arzın mez­kûr ehem­mi­ye­ti ve mer­ke­zi­ye­ti ve in­sa­nın ehem­mi­ye­ti ve kıy­me­ti ta­hak­kuk ede­bil­sin
•  ve Arz ve in­sa­nın Hâ­lı­kı ve Rabbi olan Mu­ta­sar­rıf-ı Hakîm’in mez­kûr ada­le­ti, hik­me­ti, rah­me­ti, sal­ta­na­tı ta­kar­rur ede­bil­sin
•  ve o Bâki Rabb’in mez­kûr ha­ki­kî dost­la­rı ve müş­tak­la­rı i’dam-ı ebe­dî­den kur­tul­sun
 ve o dost­la­rın en bü­yü­ğü ve en kıy­met­ta­rı, bütün kâ­ina­tı mem­nun ve min­net­tar eden kudsî hiz­met­le­ri­nin mü­kâ­fa­tı­nı gör­sün
 ve Sul­tan-ı Ser­me­dî’nin ke­ma­lâ­tı naks u ku­sur­dan ve kud­re­ti aciz­den ve hik­me­ti se­fa­het­ten ve ada­le­ti zu­lüm­den te­nez­züh ve ta­kad­düs ve te­ber­ri etsin.

   El­ha­sıl: Madem Allah var, el­bet­te âhi­ret var­dır…

***

   Hem na­sıl­ki mez­kûr üç er­kân-ı ima­ni­ye on­la­rı isbat eden bütün de­lil­le­riy­le haşre şe­ha­det ve de­la­let eder­ler.

   Öyle de   وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّهِ تَعَالَى

Meleklere ve kadere, hayır ve şerrin Allah Tealâ'dan geldiğine inanmak.

olan iki rükn-ü imanî dahi haşri is­til­zam edip kuv­vet­li bir su­ret­te âlem-i be­ka­ya şe­ha­det ve de­la­let eder­ler. Şöyle ki:

   Me­la­ike­nin vü­cu­du­nu ve va­zi­fe-i ubu­di­yet­le­ri­ni isbat eden bütün de­lil­ler ve had­siz mü­şa­he­de­ler, mü­kâ­le­me­ler, do­la­yı­sıy­la âlem-i er­va­hın ve âlem-i gay­bın ve âlem-i be­ka­nın ve âlem-i âhi­re­tin ve ile­ri­de cin ve ins ile şen­len­di­ri­lecek olan dâr-ı sa­ade­tin, Cen­net ve Ce­hen­nem’in vü­cud­la­rı­na de­la­let eder­ler.

Çünkü me­lek­ler bu âlem­le­ri izn-i İlahî ile gö­re­bi­lir­ler ve gi­rer­ler ve Haz­ret-i Ceb­ra­il gibi, in­san­lar ile gö­rü­şen umum me­la­ike-i mu­kar­re­bîn mez­kûr âlem­le­rin vü­cud­la­rı­nı ve onlar, on­lar­da gez­dik­le­ri­ni müt­te­fi­kan haber ve­ri­yor­lar. Gör­me­di­ği­miz Ame­ri­ka kıt’ası­nın vü­cu­du­nu, ondan ge­len­le­rin ih­ba­rıy­la be­di­hî bil­di­ği­miz gibi; yüz te­va­tür kuv­ve­tin­de bu­lu­nan me­la­ike ih­ba­ra­tıy­la âlem-i be­ka­nın ve dâr-ı âhi­re­tin ve Cen­net ve Ce­hen­nem’in vü­cud­la­rı­na o kat’iy­yet­te iman etmek ge­rek­tir ve öyle de iman ede­riz.

   Hem Yir­mi­al­tın­cı Söz olan “Ri­sa­le-i Kader”de “İman-ı Bil­ka­der” rük­nü­nü isbat eden bütün de­lil­ler; do­la­yı­sıy­la haşre ve neşr-i su­hu­fa ve mi­zan-ı ek­ber­de­ki mü­va­ze­ne-i a’male de­la­let eder­ler.

○ Çünkü her­şe­yin mu­kad­de­ra­tı­nı gö­zü­müz önün­de nizam ve mizan lev­ha­la­rın­da kay­det­mek

○ ve her zî­ha­ya­tın ser­gü­zeşt-i ha­ya­ti­ye­le­ri­ni kuv­ve-i hâ­fı­za­la­rın­da ve çe­kir­dek­le­rin­de ve sair el­vah-ı mi­sa­li­ye­de yaz­mak

○ ve her zî­ru­hun, hu­su­san in­san­la­rın def­ter-i a’mal­le­ri­ni el­vah-ı mah­fu­za­da tes­bit etmek, ge­çir­mek; el­bet­te öyle muhit bir kader ve ha­kî­ma­ne bir tak­dir ve mü­dak­ki­ka­ne bir kayıd ve ha­fî­za­ne bir ki­ta­bet; ancak mah­ke­me-i küb­ra­da umumî bir mu­ha­ke­me ne­ti­ce­sin­de daimî bir mü­kâ­fat ve mü­ca­zat için ola­bi­lir.

   Yoksa o iha­ta­lı ve in­ce­den ince olan kayıd ve mu­ha­fa­za; bütün bütün ma­na­sız, fa­ide­siz kalır; hik­me­te ve ha­ki­ka­te mü­na­fî olur.

   Hem haşir gel­mez­se; kader ka­le­miy­le ya­zı­lan bu ki­tab-ı kâ­ina­tın bütün mu­hak­kak ma­na­la­rı bo­zu­lur ki, hiç­bir ci­het-i im­kâ­nı ola­maz ve o ih­ti­mal, bu kâ­ina­tın vü­cu­du­nu inkâr gibi bir muhal, belki bir he­ze­yan olur.

   El­ha­sıl: İmanın beş rüknü bütün de­lil­le­riy­le, haşir ve neş­rin vu­ku­una ve vü­cu­du­na ve dâr-ı âhi­re­tin vü­cu­du­na ve açıl­ma­sı­na de­la­let edip is­ter­ler ve şe­ha­det edip taleb eder­ler.

   İşte ha­ki­kat-ı haş­ri­ye­nin aza­me­ti­ne tam mu­va­fık böyle aza­met­li ve sar­sıl­maz di­rek­le­ri ve bür­han­la­rı bu­lun­du­ğu için­dir ki; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hemen hemen üçten bi­ri­si haşir ve âhi­re­ti teş­kil edi­yor ve onu bütün ha­ka­ikı­na temel taşı ve üss-ül esas ya­pı­yor ve her­şe­yi onun üs­tü­ne bina edi­yor.

(Mu­kad­di­me ni­ha­yet buldu.)

***

Zeylin İkinci Parçası

Baş­ta­ki âye­tin mu’ci­za­ne işa­ret et­tik­le­ri dokuz ta­ba­ka be­ra­hin-i haş­ri­ye­ye dair dokuz ma­kam­dan “Bi­rin­ci Makam”:

فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ ٭ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ
"Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah'ı tesbih edip namaz kılın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız." Rum Sûresi, 30:17-19.

   olan fık­ra­da­ki fer­man-ı haşre dair bu­ra­da­ki gös­ter­di­ği bür­han-ı ba­hi­ri ve hüc­cet-i ka­tı­ası beyan ve izah edi­lecek in­şâ­al­lah. (Ha­şi­ye)

   O makam daha ya­zıl­ma­mış ve hayat mes’elesi haşre mü­na­se­be­ti için bu­ra­ya gir­miş. Fakat ha­ya­tın âhi­rin­de kader rük­nü­ne işa­re­ti pek ince ve de­rin­dir.

   Ha­ya­tın yir­mi­se­ki­zin­ci hâs­sa­sın­da beyan edil­miş­tir ki:

   Hayat, ima­nın altı er­kâ­nı­na bakıp isbat edi­yor. On­la­rın ta­hak­ku­ku­na işa­ret­ler edi­yor.

 1- Ha­ya­tın İman-ı Bi­la­hi­re­te Bakıp İsbat Et­me­si

   Evet madem bu kâ­ina­tın en mühim ne­ti­ce­si ve ma­ye­si ve hik­met-i hil­ka­ti ha­yat­tır.

   El­bet­te o ha­ki­kat-ı âliye; bu fâni, kı­sa­cık, nok­san, elem­li ha­yat-ı dün­ye­vi­ye­ye mün­ha­sır de­ğil­dir.

   Belki ha­ya­tın yir­mi­do­kuz hâs­sa­sıy­la ma­hi­ye­ti­nin aza­me­ti an­la­şı­lan şe­ce­re-i ha­ya­tın ga­ye­si, ne­ti­ce­si ve o şe­ce­re­nin aza­me­ti­ne lâyık mey­ve­si; ha­yat-ı ebe­di­ye­dir ve ha­yat-ı uh­re­vi­ye­dir ve ta­şıy­la ve ağa­cıy­la, top­ra­ğıy­la ha­yat­dar olan dâr-ı sa­adet­te­ki ha­yat­tır.

   Yoksa bu had­siz ci­ha­zat-ı mü­him­me ile tec­hiz edi­len hayat şe­ce­re­si, zî­şu­ur hak­kın­da, hu­su­san insan hak­kın­da mey­ve­siz, fa­ide­siz, ha­ki­kat­sız olmak lâzım ge­lecek ve ser­ma­ye­ce ve ci­ha­zat­ça serçe ku­şun­dan me­se­lâ yirmi de­re­ce zi­ya­de ve bu kâ­ina­tın ve zî­ha­ya­tın en mühim, yük­sek ve ehem­mi­yet­li mah­lu­ku olan insan; serçe ku­şun­dan sa­adet-i hayat ci­he­tin­de, yirmi de­re­ce aşağı düşüp, en bed­baht, en zelil bir bî­ça­re ola­cak.

   Hem en kıy­met­tar bir nimet olan akıl dahi, geç­miş za­ma­nın hü­zün­le­ri­ni ve ge­lecek za­ma­nın kor­ku­la­rı­nı dü­şün­mek ile kalb-i in­sa­nı mü­te­ma­di­yen in­ci­tip, bir lez­ze­te dokuz elem­le­ri ka­rış­tır­dı­ğın­dan en mu­si­bet­li bir bela olur. Bu ise yüz de­re­ce bâ­tıl­dır.

   Demek bu ha­yat-ı dün­ye­vi­ye, âhi­re­te iman rük­nü­nü kat’î isbat edi­yor

   ve her ba­har­da haş­rin üç­yüz­bin­den zi­ya­de nü­mu­ne­le­ri­ni gö­zü­mü­ze gös­te­ri­yor.

   Acaba senin cis­min­de ve senin bah­çen­de ve senin va­ta­nın­da, senin ha­ya­tı­na lâzım ve mü­na­sib bütün le­va­zı­ma­tı ve ci­ha­za­tı, hik­met ve ina­yet ve rah­met­le ihzar eden ve vak­tin­de ye­tiş­ti­ren, hattâ senin mi­de­nin beka ve ya­şa­mak ar­zu­suy­la et­ti­ği hu­su­sî ve cüz’î olan rızk du­ası­nı bilen ve işi­ten ve had­siz leziz ta­am­lar­la o du­anın ka­bu­lü­nü gös­te­ren ve mi­de­yi mem­nun eden bir Mu­ta­sar­rıf-ı Kadîr, hiç müm­kün müdür ki seni bil­me­sin ve gör­me­sin ve nev’-i in­sa­nın en büyük ga­ye­si olan ha­yat-ı ebe­di­ye­ye lâzım es­ba­bı ihzar et­me­sin?

   Ve nev’-i in­sa­nın en büyük ve en ehem­mi­yet­li, en lâyık ve umumî olan beka du­ası­nı; ha­yat-ı uh­re­vi­ye­nin in­şa­sıy­la ve Cen­net’in ica­dıy­la kabul et­me­sin?

   Ve kâ­ina­tın en mühim mah­lu­ku, belki ze­mi­nin sul­ta­nı ve ne­ti­ce­si olan nev’-i in­sa­nın arş ve ferşi çın­la­tan umumî ve gayet kuv­vet­li du­ası­nı işit­me­yip küçük bir mide kadar ehem­mi­yet ver­me­sin, mem­nun et­me­sin? Ke­mal-i hik­me­ti­ni ve ni­ha­yet rah­me­ti­ni inkâr et­tir­sin? Hâşâ, yüz­bin defa hâşâ!..

   Hem hiç kabil midir ki: Ha­ya­tın en cüz’îsi­nin pek gizli se­si­ni işit­sin, der­di­ni din­le­sin, der­man ver­sin ve na­zı­nı çek­sin ve ke­mal-i itina ve ih­ti­mam ile bes­le­sin ve ona dik­kat­le hiz­met et­tir­sin ve büyük mah­lu­ka­tı­nı ona hiz­met­kâr yap­sın

   ve sonra en büyük ve kıy­met­dar ve bâki ve naz­dar bir ha­ya­tın gök sa­dâ­sı gibi yük­sek se­si­ni işit­me­sin? Ve onun çok ehem­mi­yet­li beka du­ası­nı ve na­zı­nı ve ni­ya­zı­nı na­za­ra al­ma­sın? Âdeta bir ne­fe­rin ke­mal-i itina ile tec­hiz ve ida­re­si­ni yap­sın ve mutî ve muh­te­şem or­du­ya hiç bak­ma­sın? Ve zer­re­yi gör­sün, gü­ne­şi gör­me­sin? Siv­ri­si­ne­ğin se­si­ni işit­sin, gök gü­rül­tü­sü­nü işit­me­sin? Hâşâ, yüz­bin defa hâşâ!

   Hem hiç­bir ci­het­le akıl kabul eder mi ki: Had­siz rah­met­li, mu­hab­bet­li ve ni­ha­yet de­re­ce­de şef­kat­li ve kendi san’atını çok sever ve ken­di­ni sev­di­rip ve ken­di­ni se­ven­le­ri zi­ya­de sever bir Zât-ı Ka­dîr-i Hakîm,

   en zi­ya­de ken­di­ni seven ve se­vim­li ve se­vi­len ve Sâni’ini fıt­ra­ten pe­res­tiş eden ha­ya­tı ve ha­ya­tın zâtı ve cev­he­ri olan ruhu

   mevt-i ebedî ile i’dam edip; ken­din­den o sev­gi­li mu­hib­bi­ni ve ha­bi­bi­ni ebedî bir su­ret­te küs­tür­sün, da­rılt­sın, deh­şet­li ren­ci­de ede­rek sırr-ı rah­me­ti­ni ve nur-u mu­hab­be­ti­ni inkâr etsin ve et­tir­sin? Hâşâ, yüz­bin defa hâşâ ve kellâ!..

   Bu kâ­ina­tı cil­ve­siy­le süs­len­di­ren bir ce­mal-i mut­lak ve umum mah­lu­ka­tı se­vin­di­ren bir rah­met-i mut­la­ka, böyle had­siz bir çir­kin­lik­ten ve kubh-u mut­lak­tan ve böyle bir zulm-ü mut­lak­tan, bir mer­ha­met­siz­lik­ten, el­bet­te ni­ha­yet­siz de­re­ce mü­nez­zeh­tir ve mu­kad­des­tir.

   Ne­ti­ce: Madem dün­ya­da hayat var; el­bet­te in­san­lar­dan ha­ya­tın sır­rı­nı an­la­yan­lar ve ha­ya­tı­nı sû’-i is­ti­mal et­me­yen­ler dâr-ı be­ka­da ve Cen­net-i Bâ­ki­ye­de ha­yat-ı bâ­ki­ye­ye maz­har ola­cak­lar­dır, âmen­nâ…

 2- Ha­ya­tın İman-ı Bil­la­ha Bakıp İsbat Et­me­si

   Ve hem na­sıl­ki: Yer­yü­zün­de bu­lu­nan par­lak şey­le­rin Gü­ne­şin akis­le­riy­le par­la­ma­la­rı ve de­niz­le­rin yüz­le­rin­de ka­bar­cık­lar, zi­ya­nın lem’ala­rıy­la par­la­yıp sön­me­le­ri, ar­ka­la­rın­dan gelen ka­bar­cık­lar, gi­den­ler gibi yine ha­ya­lî Gü­neş­çik­le­re âyi­ne­lik et­me­le­ri; bil­be­da­he gös­te­ri­yor ki: O lem’alar, yük­sek bir­tek Gü­ne­şin cil­ve-i in’ika­sı­dır­lar ve Gü­ne­şin vü­cu­du­nu muh­te­lif dil­ler ile yâ­de­di­yor­lar ve ışık par­mak­la­rıy­la ona işa­ret edi­yor­lar.

   Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-u Kay­yum’un Muhyî is­mi­nin cil­ve-i a’zamı ile ber­rin yü­zün­de ve bah­rın için­de­ki zî­ha­yat­la­rın kud­ret-i İla­hi­ye ile par­la­yıp, ar­ka­la­rın­dan ge­len­le­re yer ver­mek için “Ya Hayy” deyip per­de-i gayb­da giz­len­me­le­ri; bir ha­yat-ı ser­me­di­ye sa­hi­bi olan Zât-ı Hayy-u Kay­yum’un ha­ya­tı­na ve vü­cub-u vü­cu­du­na şe­ha­det­ler, işa­ret­ler et­tik­le­ri gibi,

   umum mev­cu­da­tın tan­zi­min­de eseri gö­rü­nen ilm-i İla­hî­ye şe­ha­det eden bütün de­lil­ler

   ve kâ­ina­ta ta­sar­ruf eden kud­re­ti isbat eden bütün bür­han­lar

   ve tan­zim ve ida­re-i kâ­inat­ta hü­küm­fer­ma olan irade ve me­şi­eti isbat eden bütün hüc­cet­ler

   ve ke­lâm-ı Rab­ba­nî ve vahy-i İla­hî­nin me­da­rı olan ri­sa­let­le­ri isbat eden bütün alâ­met­ler, mu’ci­ze­ler ve hâ­ke­za yedi sı­fât-ı İla­hi­ye­ye şe­ha­det eden bütün de­la­il, bil’it­ti­fak Zât-ı Hayy-u Kay­yum’un ha­ya­tı­na de­la­let, şe­ha­det, işa­ret edi­yor­lar.

   Çünki nasıl bir şeyde
  gör­mek varsa, ha­ya­tı da var­dır.
  İşit­mek varsa, ha­ya­tın alâ­me­ti­dir.
  Söy­le­mek varsa, ha­ya­tın vü­cu­du­na işa­ret eder.
  İhti­yar, irade varsa, ha­ya­tı gös­te­rir.

   Aynen öyle de; bu kâ­inat­ta âsâ­rıy­la vü­cud­la­rı mu­hak­kak ve be­di­hî olan kud­ret-i mut­la­ka ve ira­de-i şa­mi­le ve ilm-i muhit gibi sı­fat­lar, bütün de­la­il­le­ri ile Zât-ı Hayy-u Kay­yum’un ha­ya­tı­na ve vü­cub-u vü­cu­du­na şe­ha­det eder­ler ve bütün kâ­ina­tı bir göl­ge­siy­le ışık­lan­dı­ran ve bir cil­ve­siy­le bütün dâr-ı âhi­re­ti zer­ra­tıy­la be­ra­ber ha­yat­lan­dı­ran ha­yat-ı ser­me­di­ye­si­ne şe­ha­det eder­ler.

 3- Ha­ya­tın Me­la­ike­ye Bakıp İsbat Et­me­si

   Hem hayat, me­la­ike­ye iman rük­nü­ne dahi bakar, rem­zen isbat eder.

  Çünki madem kâ­inat­ta en mühim ne­ti­ce ha­yat­tır

  ve en zi­ya­de in­ti­şar eden ve kıy­met­dar­lı­ğı için nüs­ha­la­rı tek­sir edi­len ve zemin mi­sa­fir­ha­ne­si­ni, gelip geçen ka­fi­le­ler­le şen­len­di­ren zî­ha­yat­lar­dır

  ve madem Kü­re-i Arz, bu kadar zî­ha­ya­tın enva’ıyla dol­muş
   ve mü­te­ma­di­yen zî­ha­yat enva’la­rı­nı tec­did ve tek­sir etmek hik­me­tiy­le her vakit dolar bo­şa­nır
   ve en hasis ve çü­rü­müş mad­de­le­rin­de dahi kes­ret­le zî­ha­yat­lar hal­ke­di­le­rek bir mah­şer-i hu­vey­nat olu­yor.

  ve madem ha­ya­tın sü­zül­müş en sâfi hü­lâ­sa­sı olan, şuur ve akıl; ve latif ve sabit cev­he­ri olan ruh; Kü­re-i Arzda gayet kes­ret­li bir su­ret­te hal­ko­lu­nu­yor­lar. Âdeta Kü­re-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şen­len­di­ril­miş.

 elbette Kü­re-i Arz­dan daha latif, daha nu­ra­nî, daha büyük, daha ehem­mi­yet­li olan ec­ram-ı se­ma­vi­ye ölü, camid, ha­yat­sız, şu­ur­suz kal­ma­sı imkân ha­ri­cin­de­dir.

   Demek gök­le­ri, gü­neş­le­ri, yıl­dız­la­rı şen­len­di­recek ve ha­yat­dar va­zi­ye­ti­ni ve­recek ve ne­ti­ce-i hil­kat-ı se­ma­va­tı gös­te­recek ve hi­ta­bat-ı Süb­ha­ni­ye­ye maz­har ola­cak olan zî­şu­ur, zî­ha­yat ve se­ma­va­ta mü­na­sib se­ke­ne­ler, her­hal­de sırr-ı ha­yat­la bu­lu­nu­yor­lar ki, onlar da me­la­ike­ler­dir.

 4- Ha­ya­tın Pey­gam­ber­le­re Bakıp İsbat Et­me­si

 5- Ha­ya­tın Ki­tap­la­ra Bakıp İsbat Et­me­si

   Hem ha­ya­tın sırr-ı ma­hi­ye­ti, “Pey­gam­ber­le­re iman” rük­nü­ne bakıp rem­zen isbat eder.

   Evet madem kâ­inat, hayat için ya­ra­tıl­mış

   ve hayat dahi Hayy-u Kay­yum-u Ezelî’nin bir cil­ve-i a’za­mı­dır, bir nakş-ı ek­me­li­dir, bir san’at-ı ec­me­li­dir.

   Madem ha­yat-ı ser­me­di­ye, re­sul­le­rin gön­de­ril­me­siy­le ve ki­tab­la­rın in­di­ril­me­siy­le ken­di­ni gös­te­rir.

   Evet eğer ki­tab­lar ve pey­gam­ber­ler olmaz ise, o ha­yat-ı eze­li­ye bi­lin­mez.

   Na­sıl­ki bir ada­mın söy­le­me­siy­le diri ve ha­yat­dar ol­du­ğu an­la­şı­lır.

   Öyle de, bu kâ­ina­tın per­de­si al­tın­da olan âlem-i gay­bın ar­ka­sın­da söy­le­yen, ko­nu­şan, emir ve neh­ye­dip hitab eden bir zâtın ke­li­ma­tı­nı, hi­ta­ba­tı­nı gös­te­recek pey­gam­ber­ler ve nâzil olan ki­tab­lar­dır.

   El­bet­te kâ­inat­ta­ki hayat, kat’î bir su­ret­te Hayy-ı Ezelî’nin vü­cub-u vü­cu­du­na kat’î şe­ha­det et­ti­ği gibi, o ha­yat-ı eze­li­ye­nin şu­a­atı, ce­le­va­tı, mü­na­se­ba­tı olan “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” rü­kün­le­ri­ne bakar, rem­zen isbat eder

   ve bil­hâs­sa ri­sa­let-i Mu­ham­me­di­ye ve vahy-i Kur’anî, ha­ya­tın ruhu ve aklı hük­mün­de ol­du­ğun­dan, bu ha­ya­tın vü­cu­du gibi hak­ka­ni­yet­le­ri kat’îdir de­ni­le­bi­lir.

   Evet na­sıl­ki hayat, bu kâ­inat­tan sü­zül­müş bir hü­lâ­sa­dır ve şuur ve his dahi, ha­yat­tan sü­zül­müş ha­ya­tın bir hü­lâ­sa­sı­dır ve akıl dahi, şu­ur­dan ve his­ten sü­zül­müş, şu­urun bir hü­lâ­sa­sı­dır ve ruh dahi, ha­ya­tın hâlis ve sâfi bir cev­he­ri ve sabit ve müs­ta­kil zâ­tı­dır.

   Öyle de, maddî ve ma­ne­vî ha­yat-ı Mu­ham­me­di­ye (A.S.M.) dahi; ha­yat­tan ve ruh-u kâ­inat­tan sü­zül­müş hü­lâ­sat-ül hü­lâ­sa­dır ve ri­sa­let-i Mu­ham­me­di­ye (A.S.M.) dahi kâ­ina­tın his ve şuur ve ak­lın­dan sü­zül­müş en sâfi hü­lâ­sa­sı­dır. Belki maddî ve ma­ne­vî ha­yat-ı Mu­ham­me­di­ye (A.S.M.) -âsâ­rı­nın şe­ha­de­tiy­le- ha­yat-ı kâ­ina­tın ha­ya­tı­dır ve ri­sa­let-i Mu­ham­me­di­ye (A.S.M.) şu­ur-u kâ­ina­tın şu­uru­dur ve nu­ru­dur. Ve vahy-i Kur’an dahi, -ha­yat­dar ha­ka­ikı­nın şe­ha­de­tiy­le- ha­yat-ı kâ­ina­tın ru­hu­dur ve şu­ur-u kâ­ina­tın ak­lı­dır.

   Evet, evet, evet!..

   Eğer kâ­inat­tan ri­sa­let-i Mu­ham­me­di­ye’nin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse, kâ­inat vefat edecek.

   Eğer Kur’an gitse, kâ­inat di­va­ne ola­cak ve Kü­re-i Arz ka­fa­sı­nı, ak­lı­nı kay­be­decek. Belki şu­ur­suz kal­mış olan ba­şı­nı, bir sey­ya­re­ye çar­pa­cak, bir kı­ya­me­ti ko­pa­ra­cak.

 6- Hayatın Kadere Bakıp İsbat Etmesi

   Hem hayat, iman-ı bil­ka­der rük­nü­ne ba­kı­yor, rem­zen isbat eder.

   Çünkü madem hayat, âlem-i şe­ha­de­tin zi­ya­sı­dır ve is­ti­lâ edi­yor ve vü­cu­dun ne­ti­ce­si ve ga­ye­si­dir ve Hâ­lık-ı Kâ­inat’ın en câmi’ âyi­ne­si­dir ve fa­ali­yet-i Rab­ba­ni­ye­nin en mü­kem­mel en­mu­ze­ci ve fih­ris­te­si­dir. Tem­sil­de hata ol­ma­sın, bir nevi proğ­ra­mı hük­mün­de­dir.

   El­bet­te âlem-i gayb, yani mazi müs­tak­bel, yani geç­miş ve ge­lecek mah­lu­ka­tın ha­yat-ı ma­ne­vi­ye­le­ri hük­mün­de olan in­ti­zam ve nizam ve ma­lû­mi­yet ve meş­hu­di­yet ve ta­ay­yün ve eva­mir-i tek­vi­ni­ye­yi im­ti­sa­le mü­hey­ya bir va­zi­yet­te bu­lun­ma­la­rı­nı, sırr-ı hayat ik­ti­za edi­yor.

   Na­sıl­ki bir ağa­cın çe­kir­dek-i as­lî­si ve kökü ve mün­te­ha­sın­da ve mey­ve­le­rin­de­ki çe­kir­dek­le­ri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi ha­ya­ta maz­har­dır­lar. Belki ağa­cın ka­va­nin-i ha­ya­ti­ye­sin­den daha ince ka­va­nin-i ha­ya­tı ta­şı­yor­lar.

   Hem na­sıl­ki bu hazır ba­har­dan evvel geç­miş güzün bı­rak­tı­ğı to­hum­lar ve kök­ler; bu bahar git­tik­ten sonra ge­lecek ba­har­lar­da bı­ra­ka­ca­ğı çe­kir­dek­ler, kök­ler; bu bahar gibi, cil­ve-i ha­ya­tı ta­şı­yor­lar ve ka­va­nin-i ha­ya­ti­ye­ye tâ­bi­dir­ler.

   Aynen öyle de: Şe­ce­re-i kâ­ina­tın bütün dal ve bu­dak­la­rıy­la her­bi­ri­nin bir ma­zi­si ve müs­tak­be­li var. Geç­miş ve ge­lecek ta­vır­lar­dan ve va­zi­yet­le­rin­den mü­te­şek­kil bir sil­si­le­si bu­lu­nur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İla­hi­ye­de muh­te­lif ta­vır­lar ile mü­te­ad­did vü­cud­la­rı, bir sil­si­le-i vü­cud-u ilmî teş­kil eder ve vü­cud-u ha­ri­cî gibi, vü­cud-u ilmî dahi, ha­yat-ı umu­mi­ye­nin ma­ne­vî bir cil­ve­si­ne maz­har­dır ki; mu­kad­de­rat-ı ha­ya­ti­ye o ma­ni­dar ve canlı el­vah-ı ka­de­ri­ye­den alı­nır.

   Evet âlem-i gay­bın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve mad­de-i hayat ve ha­ya­tın cev­her­le­ri ve zât­la­rı olan ervah ile dolu ol­ma­sı, el­bet­te mazi ve müs­tak­bel de­ni­len âlem-i gay­bın bir diğer nev’i de ve ikin­ci kısmı dahi cil­ve-i ha­ya­ta maz­ha­ri­ye­ti ister ve is­til­zam eder.

   Hem bir şeyin vü­cud-u il­mî­sin­de­ki in­ti­zam-ı ekmel ve ma­ni­dar va­zi­yet­le­ri ve canlı mey­ve­le­ri, ta­vır­la­rı, bir nevi ha­yat-ı ma­ne­vi­ye­ye maz­ha­ri­ye­ti­ni gös­te­rir.

   Evet ha­yat-ı eze­li­ye gü­ne­şi­nin zi­ya­sı olan, bu meş­hud cil­ve-i hayat, el­bet­te yal­nız bu âlem-i şe­ha­de­te ve bu za­man-ı ha­zı­ra ve bu vü­cud-u ha­ri­cî­ye mün­ha­sır ola­maz. Belki her­bir âlem, ka­bi­li­ye­ti­ne göre o zi­ya­nın cil­ve­si­ne maz­har­dır ve kâ­inat bütün âlem­le­riy­le o cilve ile ha­yat­dar ve zi­ya­dar­dır.

   Yoksa na­zar-ı da­la­le­tin gör­dü­ğü gibi, mu­vak­kat ve za­hi­rî bir hayat al­tın­da her­bir âlem büyük ve müd­hiş birer ce­na­ze ve ka­ran­lık­lı birer vi­ra­ne âlem ola­cak­tı.

   İşte ka­de­re ve ka­za­ya iman rük­nü­nün dahi geniş bir vechi de, sırr-ı ha­yat­la an­la­şı­lı­yor ve sabit olu­yor.

   Yani na­sıl­ki âlem-i şe­ha­det ve mev­cud hazır eşya in­ti­zam­la­rıy­la ve ne­ti­ce­le­riy­le ha­yat­dar­lık­la­rı gö­rü­nü­yor.

   Öyle de âlem-i gayb­dan sa­yı­lan geç­miş ve ge­lecek mah­lu­ka­tın dahi manen ha­yat­dar bir vü­cud-u ma­ne­vî­le­ri ve ruhlu birer sü­but-u il­mî­le­ri var­dır ki; Levh-i Kaza ve Kader va­sı­ta­sıy­la o ma­ne­vî ha­ya­tın eseri, mu­kad­de­rat na­mıy­la gö­rü­nür, te­za­hür eder.

***

Zeylin Üçüncü Parçası

   Haşir mü­na­se­be­tiy­le bir sual:

    Kur'anda mü­ker­re­ren  اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً

Kı­ya­met işi, tek bir sayha ile ola­cak!" Yâsin Sû­re­si, 36:29.

    Hem  وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ

Kı­yâ­me­tin ger­çek­leş­me­si ise göz açıp ka­pa­yın­ca­ya ka­dar­dır…" Nahl Sû­re­si, 16:77.

   fer­man­la­rı gös­te­ri­yor ki: “Haşr-i a’zam bir anda za­man­sız vü­cu­da ge­li­yor.

   Dar akıl ise, bu had­siz de­re­ce hâ­ri­ka ve em­sal­siz olan mes’eleyi iz’an ile kabul et­me­si­ne medar ola­cak meş­hud bir misal ister.

   El­ce­vab:

  Ha­şir­de, ruh­la­rın ce­sed­le­re gel­me­si var.
  Hem ce­sed­le­rin ih­ya­sı var.
  Hem ce­sed­le­rin in­şa­sı var.

   Üç mes’ele­dir.

   Bi­rin­ci mes’ele: Ruh­la­rın ce­sed­le­ri­ne gel­me­si­ne misal ise: Gayet mun­ta­zam bir or­du­nun ef­ra­dı is­ti­ra­hat için her ta­ra­fa da­ğıl­mış iken, yük­sek sa­dâ­lı bir boru se­siy­le top­lan­ma­la­rı­dır.

   Evet İsra­fil’in bo­ru­su olan Sur’u, or­du­nun bo­ra­za­nın­dan geri ol­ma­dı­ğı gibi,

   ebed­ler ta­ra­fın­da ve zer­re­ler âle­min­de iken ezel ca­ni­bin­den gelen اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ
“Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?” A’raf Sûresi,7:172.
hi­ta­bı­nı işi­ten ve قَالُوا بَلٰى
“Onlar da ‘Evet!” diye ikrar etmişlerdi.” A’râf Sûresi, 7:172.
ile cevab veren er­vah­lar, el­bet­te or­du­nun ne­fe­ra­tın­dan bin­ler de­re­ce daha mü­sah­har ve mun­ta­zam ve mu­tî­dir­ler.

   Hem değil yal­nız ruh­lar, belki bütün zer­re­ler dahi, bir or­du-yu Süb­ha­nî ve emir­ber ne­fer­le­ri ol­du­ğu­nu kat’î bür­han­lar­la Otu­zun­cu Söz isbat etmiş.

   İkinci mes’ele: Ce­sed­le­rin ih­ya­sı­na misal ise: Çok büyük bir şe­hir­de, şen­lik bir ge­ce­de, bir­tek mer­kez­den, yüz­bin elekt­rik lâm­ba­la­rı, âdeta za­man­sız bir anda can­lan­ma­la­rı ve ışık­lan­ma­la­rı gibi,

   bütün Kü­re-i Arz yü­zün­de dahi, bir­tek mer­kez­den yüz mil­yon lâm­ba­la­ra nur ver­mek müm­kün­dür.

   Madem Ce­nab-ı Hakk’ın elekt­rik gibi bir mah­lu­ku ve bir mi­sa­fir­ha­ne­sin­de bir hiz­met­kâ­rı ve bir mum­da­rı, Hâ­lı­kın­dan al­dı­ğı ter­bi­ye ve in­ti­zam der­siy­le bu key­fi­ye­te maz­har olu­yor.

   El­bet­te elekt­rik gibi bin­ler nu­ra­nî hiz­met­kâr­la­rı­nın tem­sil et­tik­le­ri, hik­met-i İla­hi­ye­nin mun­ta­zam ka­nun­la­rı da­ire­sin­de, haşr-i a’zam tar­fet-ül ayn’da vü­cu­da ge­le­bi­lir.

   Üçün­cü mes’ele ki, ec­sa­dın def’aten in­şa­sı­nın mi­sa­li ise:

1.​ Bahar mev­si­min­de bir­kaç gün zar­fın­da, nev’-i be­şe­rin umu­mun­dan bin de­re­ce zi­ya­de olan umum ağaç­la­rın bütün yap­rak­la­rı, ev­vel­ki ba­ha­rın aynı gibi bir­den mü­kem­mel bir su­ret­te in­şa­la­rı

2. ve yine umum ağaç­la­rın umum çi­çek­le­ri ve mey­ve­le­ri ve yap­rak­la­rı, geç­miş ba­ha­rın mah­su­lâ­tı gibi, berk gibi bir sür’atle icad­la­rı;

3. hem o ba­ha­rın mebde’leri olan had­siz to­hum­cuk­la­rın, çe­kir­dek­le­rin, kök­le­rin, bir­den be­ra­ber in­ti­bah­la­rı ve in­ki­şaf­la­rı ve ih­ya­la­rı;

4. hem ke­mik­ler­den iba­ret ola­rak ayak­ta duran emvat gibi bütün ağaç­la­rın ce­na­ze­le­ri bir emir ile def’aten ba’sü ba’de-l mevt“e maz­ha­ri­yet­le­ri ve ne­şir­le­ri;

5. hem kü­çü­cük hay­van ta­ife­le­ri­nin had­siz ef­rad­la­rı­nın gayet de­re­ce­de san’atlı bir su­ret­te ih­ya­la­rı;

6. hem bil­hâs­sa si­nek­ler ka­bî­le­le­ri­nin ha­şir­le­ri ve bil­hâs­sa daima yü­zü­nü, gö­zü­nü, ka­na­dı­nı te­miz­le­mek­le bize ab­des­ti ve ne­za­fe­ti ihtar eden ve yü­zü­mü­zü ok­şa­yan gözüm önün­de­ki ka­bî­le­nin bir se­ne­de neş­ro­lan ef­ra­dı, be­nî-Âde­min Âdem za­ma­nın­dan beri gelen umum ef­ra­dın­dan fazla ol­du­ğu halde, her ba­har­da sair ka­bî­le­ler ile be­ra­ber bir­kaç gün zar­fın­da in­şa­la­rı ve ih­ya­la­rı, ha­şir­le­ri;

   el­bet­te Kı­ya­met­te ec­sad-ı in­sa­ni­ye­nin in­şa­sı­na bir misal değil, belki bin­ler mi­sal­dir­ler.

   Evet dünya dâr-ül hik­met ve âhi­ret dâr-ül kud­ret ol­du­ğun­dan;

   dün­ya­da Hakîm, Mü­ret­tib, Mü­deb­bir, Mü­reb­bi gibi çok isim­le­rin ik­ti­za­sıy­la, dün­ya­da icad-ı eşya bir de­re­ce ted­ri­cî ve zaman ile ol­ma­sı; hik­met-i Rab­ba­ni­ye­nin muk­te­za­sı olmuş.

   Âhi­ret­te ise, hik­met­ten zi­ya­de kud­ret ve rah­me­tin te­za­hür­le­ri için mad­de­ye ve müd­de­te ve za­ma­na ve bek­le­me­ye ih­ti­yaç bı­rak­ma­dan bir­den eşya inşa edi­li­yor. Bu­ra­da bir günde ve bir se­ne­de ya­pı­lan işler, âhi­ret­te bir anda, bir lem­ha­da in­şa­sı­na işa­re­ten Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan

وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ   fer­man eder. 

"Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır." Nahl Sûresi, 16:77.

   Eğer haş­rin gel­me­si­ni, ge­lecek ba­ha­rın gel­me­si gibi kat’î bir su­ret­te anla­mak is­ter­sen; haşre dair Onun­cu Söz ile Yir­mi­do­ku­zun­cu Söz’e dik­kat ile bak, gör.

   Eğer ba­ha­rın gel­me­si gibi inan­maz isen, gel par­ma­ğı­nı gö­zü­me sok.

   Dör­dün­cü mes’ele olan mevt-i dünya ve kı­ya­met kop­ma­sı ise: Bir anda bir sey­ya­re veya bir kuy­ruk­lu yıl­dı­zın emr-i Rab­ba­nî ile kü­remi­ze, mi­sa­fir­ha­ne­mi­ze çarp­ma­sı; bu ha­ne­mi­zi harab ede­bi­lir.

   On se­ne­de ya­pı­lan bir sa­ra­yın, bir da­ki­ka­da harab ol­ma­sı gibi…

***

Zeylin Dördüncü Parçası

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
"“Şu çürümüş gitmiş kemikleri kim diriltecek?” diyor.  De ki: “İlk defa onu yoktan kim yarattıysa, tekrar O diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkiyle bilendir." Yâsin Sûresi, 36:78-79.

   Yani, insan der: Çü­rü­müş ke­mik­le­ri kim di­ril­tecek?
   Sen, de: Kim, on­la­rı bi­da­ye­ten inşa edip hayat ver­miş ise o di­ril­tecek.

   Onun­cu Söz’ün Do­ku­zun­cu Ha­ki­ka­tı’nın üçün­cü tem­si­lin­de tas­vir edil­di­ği gibi;

   bir zât gö­zö­nün­de bir günde ye­ni­den büyük bir or­du­yu teş­kil et­ti­ği halde,
   biri dese:Şu zât, ef­ra­dı is­ti­ra­hat için da­ğıl­mış olan bir ta­bu­ru bir boru ile top­lar, tabur ni­za­mı al­tı­na ge­ti­re­bi­lir.”
   Sen ey insan, desen “İnan­mam.”

   Ne kadar di­va­ne­ce bir inkâr ol­du­ğu­nu bi­lir­sin.

   Aynen onun gibi; hiç­lik­ten, ye­ni­den or­du-mi­sal bütün hay­va­nat ve sair zî­ha­ya­tın ta­bur-mi­sal ce­sed­le­ri­ni ke­mal-i in­ti­zam­la ve mi­zan-ı hik­met­le o be­den­le­rin zer­ra­tı­nı ve le­ta­ifi-ni emr-i kün fe­ye­kûn ile kay­de­dip yer­leş­ti­ren

   ve her karn­da, hattâ her ba­har­da rûy-i ze­min­de yüz bin­ler or­du-mi­sal ze­vil-ha­ya­tın enva’la­rı­nı ve ta­ife­le­ri­ni icad eden bir Zât-ı Ka­dîr-i Alîm,

   ta­bur-mi­sal bir ce­se­din ni­za­mı al­tı­na gir­mek­le bir­bi­riy­le ta­nı­şan zer­rat-ı esa­si­ye ve ec­za-i as­li­ye­yi bir sayha ile Sur-u İsra­fil’in bo­ru­suy­la nasıl top­la­ya­bi­lir? İstib’ad su­re­tinde de­ni­lir mi? De­nil­se, eb­leh­çe­si­ne bir di­va­ne­lik­tir.

   Hem Kur’an kâh olu­yor ki;

1- Ce­nab-ı Hakk’ın âhi­ret­te hâ­ri­ka ef’al­le­ri­ni kalbe kabul et­tir­mek için ih­za­ri­ye hük­mün­de ve zihni tas­di­ke mü­hey­ya etmek için bir i’da­di­ye su­re­tin­de, dün­ya­da­ki acaib ef’alini zik­re­der.

2- Ve­ya­hut is­tik­ba­lî ve uh­re­vî olan ef’al-i aci­be-i İla­hi­ye­yi öyle bir su­ret­te zik­re­der ki, meş­hu­du­muz olan çok na­zi­re­le­riy­le on­la­ra ka­na­atı­mız gelir.

1- Me­se­lâ:  اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ   tâ su­re­nin âhi­ri­ne kadar... 

"“Şu çürümüş gitmiş kemikleri kim diriltecek?” diyor.  De ki: “İlk defa onu yoktan kim yarattıysa, tekrar O diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkiyle bilendir." Yâsin Sûresi, 36:78-79.

   İşte şu ba­his­te haşir mes’ele­sin­de Kur’an-ı Hakîm haşri isbat için ye­di-se­kiz su­ret­te, muh­te­lif bir tarz­da isbat edi­yor.

   Ev­ve­lâ; neş’e-i ûlâyı na­za­ra verir. Der ki: Nut­fe­den ala­ka­ya, ala­ka­dan mud­ga­ya, mud­ga­dan tâ hil­kat-ı in­sa­ni­ye­ye kadar olan neş’eti­ni­zi gö­rü­yor­su­nuz. Nasıl olu­yor ki, neş’e-i uh­râ­yı inkâr edi­yor­su­nuz?.. O, onun misli, belki daha eh­ve­ni­dir.

   Hem Ce­nab-ı Hak, in­sa­na karşı et­ti­ği ih­sa­nat-ı azî­me­yi

اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ   ke­li­me­siy­le 

"Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi." Yâsin Sûresi, 36:77.

   işa­ret edip der: Size böyle nimet eden bir zât, sizi ba­şı­boş bı­rak­maz ki, kabre girip kalk­ma­mak üzere ya­ta­sı­nız.”

   Hem rem­zen der: Ölmüş ağaç­la­rın di­ri­lip ye­şil­len­me­si­ni gö­rü­yor­su­nuz. Odun gibi ke­mik­le­rin hayat bul­ma­sı­nı kıyas ede­me­yip istib’ad edi­yor­su­nuz.

   Hem se­ma­vat ve arzı hal­ke­den, se­ma­vat ve arzın mey­ve­si olan in­sa­nın hayat ve me­ma­tın­dan âciz kalır mı?
   Koca ağacı idare eden, o ağa­cın mey­ve­si­ne ehem­mi­yet ver­me­yip baş­ka­sı­na mal eder mi?
   Bütün ağa­cın ne­ti­ce­si­ni ter­ket­mek­le, bütün ec­za­sıy­la hik­met­le yoğ­rul­muş hil­kat şe­ce­re­si­ni abes ve bey­hu­de yapar mı zan­ne­der­si­niz?

   Der: Ha­şir­de sizi ihya edecek zât öyle bir zât­tır ki, bütün kâ­inat ona emir­ber nefer hük­mün­de­dir. Emr-i kün fe­ye­kû­ne karşı ke­mal-i in­kı­yad ile ser­fü­ru eder.
   Bir ba­ha­rı hal­ket­mek, bir çiçek kadar ona ehven gelir.
   Bütün hay­va­na­tı icad etmek, bir sinek icadı kadar kud­re­ti­ne kolay gelir bir zât­tır.

ZEYLİN DÖRDÜNCÜ PARÇASI

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

"“Şu çürümüş gitmiş kemikleri kim diriltecek?” diyor.  De ki: “İlk defa onu yoktan kim yarattıysa, tekrar O diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkiyle bilendir." Yâsin Sûresi, 36:78-79.

   • Yani, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?”
   • Sen, de: “Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatı’nın üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi;

     bir zât gözönünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde,

   • biri dese:Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.”
   • Sen ey insan, desen “İnanmam.”

     Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin

     Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misal bütün hayvanat ve sair zîhayatın tabur-misal cesedlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini emr-i kün feyekûn ile kaydedip yerleştiren

     ve her karnda, hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misal zevil-hayatın enva’larını ve taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm,

     tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-i asliyeyi bir sayha ile Sur-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.

     Hem Kur’an kâh oluyor ki;

     1- Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için bir i’dadiye suretinde, dünyadaki acaib ef’alini zikreder.

     2- Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir.

     1- Meselâ: اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ
“Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi.” Yâsin Sûresi, 36:77.
tâ surenin âhirine kadar…

     İşte şu bahiste haşir mes’elesinde Kur’an-ı Hakîm haşri isbat için yedi-sekiz surette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor.

     Evvelâ; neş’e-i ûlâyı nazara verir. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-ı insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki daha ehvenidir.

     Hem Cenab-ı Hak, insana karşı ettiği ihsanat-ı azîmeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا
“Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.
kelimesiyle işaret edip der: “Size böyle nimet eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”

     Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’ad ediyorsunuz.

     Hem semavat ve arzı halkeden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından âciz kalır mı?

     Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi?

     Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

     Der: Haşirde sizi ihya edecek zât öyle bir zâttır ki, bütün kâinat ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i kün feyekûne karşı kemal-i inkıyad ile serfüru eder.

     Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar ona ehven gelir.

     Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir zâttır.

     Öyle bir zâta karşı مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ
“Çürümüş kemikleri kim diriltir?” Yâsin Sûresi, 36:78.
 
deyip, kudretine karşı taciz ile meydan okunmaz.

     Sonra فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ
“Herşeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan Zât, her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.” Yâsin Sûresi, 36:83.
 
tabiriyle; herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitab sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti iki menzil gibi; bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelal’dir.

     Madem böyledir, bütün delailin neticesi olarak: وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Siz de Ona döndürüleceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83.
 
yani, kabirden sizi ihya edip, haşre getirip huzur-u kibriyasında hesabınızı görecektir.

     İşte şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyya etti, kalbi de hazır etti. Çünki nezairini dünyevî ef’al ile de gösterdi.

     2- Hem kâh oluyor ki: Ef’al-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki: Dünyevî nezairlerini ihsas etsin. Tâ istib’ad ve inkâra meydan kalmasın.

     Meselâ: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
“Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.
 
ilââhir.. ve اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ
“Gök yarıldığında.” İnfitar Sûresi, 82:1.
 
ilââhir.. ve اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ
“Gök yarıldığında.” İnşikak Sûresi, 84:1.

     İşte şu surelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılabat-ı azîmeyi ve tasarrufat-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılabatı kolayca kabul eder.

     Şu üç surenin meal-i icmalîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

 a) Meselâ: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ
“Defterler açıldığında.” Tekvir Sûresi, 81:10.
 kelimesiyle ifade eder ki: “Haşirde herkesin bütün a’mali bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor.”

     Şu mes’ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz.

     Fakat surenin işaret ettiği gibi haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zahirdir. Çünki her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var.

     İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a’malini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a’malini neşreder.

     İşte gözümüzün önünde bu hakîmane, hafîzane, müdebbirane, mürebbiyane, latifane şu işi yapan odur ki, der: اِذَا الصُّّحُفُ نُشِرَتْ
Başka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et.
Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz.

 b) İşte: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
“Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.
 
Şu kelâm, tekvir lafzıyla yani sarmak ve toplamak manasıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi îma eder.

     Birinci: Evet Cenab-ı Hak tarafından adem ve esîr ve sema perdelerini açıp, Güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi.
Dünya kapandıktan sonra o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

     İkinci: Veya ziya metaını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu
ve her akşam o memura metaını dahi toplattırıp gizlettiği gibi;
kâh olur bir bulut perdesiyle alış-verişini az yapar,
kâh olur Ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker. Metaını ve muamelât defterlerini topladığı gibi

     elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir.

     Hattâ hiç bir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, Güneş yerin başına izn-i İlahî ile sardığı ziyayı, emr-i Rabbanî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp “Haydi yerde işin kalmadı der, Cehennem’e git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u müsahharı sadakatsızlıkla tahkir edenleri yak” der.

     اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
“Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvir Sûresi, 81:1.
 
fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

 

ZEYLİN BEŞİNCİ PARÇASI

     Evet nass-ı hadîs ile nev’-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin enbiyanın icma’ ve tevatür ile kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevkedileceğinden ve bu kâinat Hâlıkının kat’î va’dettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi;

     ve onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle

     ve bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekayı bilbedahe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücuduna delaletiyle;

     ve her sene baharda rûy-i zeminde ayakta duran hadd ü hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i kün feyekûn ile ihya edip ba’s-ü ba’de-l mevte mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nev’leri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesabsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemal-i şefkatle gayet hârika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez enva’-ı zînet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daime, bilbedahe âhiretin vücudunu istilzam ile;

     ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedid, sarsılmaz, daimî olan “aşk-ı beka” ve “şevk-i ebediyet” ve “âmâl-i sermediyet” bilbedahe işareti ve delaletiyle,

     bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette isbat ederler ki: Dünyanın vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler (Haşiye)

     {(Haşiye): Evet sübutî bir emri, ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki; biri dese: Meyveleri süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir.

     Aynen öyle de, Cennet’i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhatını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat’-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ademini gösterebilir. İşte ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız. Said Nursî}.

     Madem Kur’an-ı Hakîm’in bize verdiği en mühim bir ders; iman-ı bil-âhirettir ve o iman da bu derece kuvvetlidir ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki; yüzbin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdülillahi alâ kemal-il iman” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

 

* * *

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir